8 Ekim 2010 Cuma

Rüzgâr AKP'nin arkasından esiyor

Burak Cop

Ekim ayının sekizinci günü itibariyle egemen siyasetin (nam-ı diğer burjuva siyasetinin) en güçlü ve avantajlı partisi olarak AKP görünüyor. Başbakan Erdoğan'ın referandum minderine davet ettiği ve bu davete icabet eden Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, 'AKP'ye evet mi hayır mı?' plebisitine dönüşen karşılaşmadan net bir mağlubiyetle ayrıldılar (bilhassa Bahçeli) ve böylece AKP'ye can kattılar. Ancak AKP'nin avantajı meselesi tabii ki bundan ibaret değil.

Geçen yılki yerel seçimlerin parçası olan il genel meclisi seçimlerinde AKP'nin oyları yurt çapında yüzde 39'un altına düşmüştü. Erdoğan'ın teğet geçtiğini öne sürdüğü küresel ekonomik kriz halkı vuruyordu ve iktidardaki parti de aslen bundan ötürü kan kaybetti. 2009 yılında Türkiye'de ekonomik büyüme oranı yüzde -4.7 idi ve işsizlik sorunu ağırlaştı. Keza, 2008'le karşılaştırıldığında GSYH'de dolar bazında yüzde 16.9'luk bir gerileme vardı. 

Şimdiyse ekonomik göstergeler hangi fraksiyona mensup olursa olsun büyük burjuvazinin yüzünü güldüren cinsten. Tabii iktidarda kendi temsilcilerinin bulunması itibariyle Anadolu sermayesi (Batı Anadolu hariç) bu durumdan ekstra hoşnut olmalı. Çünkü bu işin meyvesini AKP yiyecek.

Türkiye'de sanayi üretimi Ağustos ayında, "piyasa beklentileri"nin ötesinde bir gelişmeyle, yüzde 11'lik bir artış kaydetti (söz gelimi CNBC-e anketinde yüzde 7.4'lük bir artış bekleniyordu). Evet Türkiye'de, hani bunu söylemeye bile gerek yok ya, neo-liberal kapitalizmin sömürü mekanizması tüm "etkinliğiyle" devam ediyor. Yoksullara yardım, öğrenciye bedava kitap, sosyal güvenlik sisteminin standardize edilmesi ve ilaç fiyatlarının düşmesi gibi az sayıdaki "sosyal devletimsi" icraat dışında, AKP iktidarında piyasacı politikalar tüm hoyratlığıyla sürüyor (kendinden öncekilerde olduğu gibi). Ancak şu da bir gerçek ki, ekonomide büyüme olunca, göstergeler iyiye gidince, emekçi sınıflar bu gelişmelerin kırıntılarından dahi olsa nasipleniyor. Hele bir de istihdam artışı söz konusu ise, işsizlikte göreli de olsa, az da olsa bir iyileşme olursa, halkta iktidara karşı genelde olumlu bir bakış mevzubahis oluyor. Tabii bunun tersi de doğru, 2009'da olduğu gibi. 

Bu genel manzara AKP'nin işini kolaylaştırmakta, düzen-içi ve düzen karşıtı siyasal muhalefetinkini ise zorlaştırmaktadır. Ekonomideki "olumlu" görüntünün bir diğer çarpıcı yansıması da inşaat sektöründeki, acayiplik düzeyinde seyreden canlılık. Televizyonlar ve gazeteler konut reklamlarından geçilmiyor, TOKİ almış başını gidiyor. İnşaat sektöründeki canlılık aynı zamanda pek çok bağlantılı sektörü de canlandırır. AKP iktidarının (Erdoğan'ın diye de okuyabilirsiniz) İstanbul'da üçüncü köprüyü inşa etme ve hatta kendini kaybedip bir kanal açarak ikinci bir boğaz oluşturma projeleri, rant yaratma iştahı ve müteşebbislik özgüveni açısından gerçekten dikkate değer. O büyük rantın kırıntılarından emekçiler de yararlanacak. 

Çalıştığım medya kuruluşu için röportaj yaptığım Prof. Sencer Ayata'nın şu sözlerini, yukarıda değindiklerimi destekleyen bir unsur olarak okurlarla paylaşmak isterim: "(Ekonomik) büyüme süreçleri birkaç yılı aşarsa, o büyümenin kırıntıları, nimetleri topluma büyük ölçüde yayılır. Eşitsiz dağılır ama toplumun yaygın kesimleri uzun dönemli büyümeden yarar görebilir. AKP iktidarında sadece çok küçük bir kesimin değil, başka kesimlerin durumunda da iyileşme oldu. Ancak kriz bunu önemli ölçüde tersine çeviriyordu. Önümüzdeki dönemde ise, ben de şu anda bir tahmin yapamıyorum, tekrar büyüme başlarsa kriz öncesine benzeyen bir iyileşme sağlanabilir. Ama ... bu zenginlik artışından yararlanmada eşitsiz bir dağılım söz konusu. Bu süreç içerisinde Türkiye sosyal adaleti geliştirme bakımından ileriye adım atamadı".  

Sencer Hoca'nın işaret ettiği gibi, Türkiye ekonomisinde kriz öncesi döneme benzeyen bir göreli refah artışı dönemine girmiş gibi görünüyoruz (göreli kelimesinin altını çiziyorum). Türkiye'de artan zenginlik, geçtim toplumun genelini, belki orta-üst sınıflara bile dengeli dağılmıyor. Ama kırıntılardan nasiplenme mevzuu (ki bu kırıntılar bazen çok küçük de olmayabilir), emekçi sınıfının oy verme davranışlarında mutlaka etkili olacaktır. 

Mevcut koşullar altında CHP; AB'ye "size asıl iyi partner biz oluruz" mesajları vererek, biraz sosyal demokratlaşıp halktan daha fazla oy almayı amaçlayarak, özgürlük ve demokrasi temalarını ön plana çıkarıp Erdoğan'ın örtük/açık tehditlerinden huzursuz olan İstanbul sermayesinin desteğini almayı hesaplayarak (bu temaların ön plana çıkarılması ve AB'ye yönelik sıcak mesajlar, AB'yle bütünleşmeden fevkalade çıkarı olan bu sermaye fraksiyonunun ayrıca hoşuna gidecektir), kısaca iktisadi altyapısı ve toplumsal-politik-hukuki üstyapısıyla Türkiye'yi Batı Avrupa ülkelerine benzetip onlarla bütünleştirmeye AKP'den daha uygun bir politik aktör olduğunu ortaya koymaya çalışarak; kendi açısından gayet rasyonel bir çizgi tutturmaya çalışıyor. Baykal CHP'sinin kader birliği yaptığı, bürokrasinin 2007'den beri sürekli kan kaybeden fraksiyonu bu değişimlere bayılmasa da onların desteği zaten ceptedir. Ne yapacaklar ki başka, Osman Pamukoğlu'nun partisine mi destek verecekler?   

Ancak tutturmaya çalıştığı bu akıllıca politik hatta da CHP'nin handikapları var. Söz gelimi, daha ılımlı bir tutumun alınması zaruri olan türban konusunda partideki gerici (belki de Ergenekon bağlantılı -yanlış hatırlamıyorsam Sırrı Sakık geçen Şubat ayında Nur Serter'in Ergenekon'la ilişkili olduğunu ima etmişti) kanat Kılıçdaroğlu'na tavır koyabiliyor. Türban meselesinde Kılıçdaroğlu'nun zikzaklı tutumu ve CHP içindeki karmaşa, muhafazakâr yurttaşların tepkisini çekerek AKP'nin işine yarıyor, bu insanları AKP'ye itiyor. "O zemin", AKP'nin yüzde 100 başarılı olduğu ve olacağı zemindir.

Tüm bunların üzerine, oy almak amacıyla bedelli askerlik ya da askerlik süresinin kısalması gibi konuları da seçime doğru büsbütün gündeme sokması muhtemel olan AKP, olası bir seçim zaferinin ardından, sağcı, muhafazakâr ve otoriter bir parti olarak toplumu biçimlendirmeye devam edecektir. Bu bağlamda, yürütmeyi güçlendirmek bakımından Başkanlık sistemi de ciddi şekilde gündeme sokulacaktır. Büyük İstanbul depreminin 2 ay sonra, 8 şiddetinde olması ve 200 bin kişinin ölmesi gibi olağanüstü öngörülemezlik durumları haricinde, AKP'yi 5 Haziran 2011'de muhalefete itecek bir gelişme, şahsen öngörmüyorum. 

Gerek düzen-içi, merkez solumsu muhalefetin (CHP) gerekse düzen karşıtı muhalefetin (Kürt hareketi ve sosyalist sol) 5 Haziran 2011 sonrası dönemde tutacakları politik hat(lar) üzerinde şimdiden düşünmeye başlamalarında kendileri açısından yarar var.     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder