19 Şubat 2012 Pazar

Siyasi koşullanma gerçekleri karartır

Burak Cop 

18 Şubat 2012

    Agos Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş’ın, gazetenin 9 Şubat tarihli sayısında ‘Asıl gündem dava çünkü hâlâ başlamadı’ başlıklı yazısı yayımlandı. Geneline katıldığım bir yazı, yer darlığından dolayı meramının ne olduğunu ise burada anlatamayacağım. Agos’un web sitesinde bulabilirsiniz. Üzerinden de biraz zaman geçti ama ne yaparsınız ki yazı yazma günüm cuma, kaldı ki mesele güncelliğini yitirecek bir mesele değil.   

Doğrultusuna katılmakla beraber yazıda sorunlu bulduğum bir iki nokta var. Bir anlam kaymasına mahal vermeden alıntılamak gerekirse, şu ifadeleri sizinle paylaşmak istiyorum: “Bir süredir Hrant Dink’in siyasi kimliğine, sahiplenilmesine, kullanılmasına ilişkin bir tartışma süregidiyor (…) [B]u sahiplenmenin, onun tümüyle karşı durduğu anlayışların ona el atması noktasına gelmesi, kabul edilemez. Ayrıca, “onun adına hapiste olmak” (…) gibi şahsi kullanımların da etik açıdan sorun taşıdığı çok açık (…) Sol içinde de, bu cinayetin yarattığı toplumsal tepkiden nemalanmaya heves eden bir damar olduğu sır değil. Sağlığında Hrant Dink’in savunduğu değerlerin tam karşısında yer aldığı halde bugün suret-i haktan görünmek için onu savunan kişi ve kesimler olduğu da öyle (…) Özetle: Solun bir kesiminin tutumuna yönelik eleştiriye evet. Aslen ulusalcı bir çizgiyi savunup Hrant Dink’e sahip çıkar görünen sahtekârlıkları ifşa etmeye evet (…)”

Her şeyden önce, Hrant adına hapiste olduğunu söylemenin şahsi ve etik dışı bir “kullanım” olduğu ifadesinin bendenizde gıyaben bir alınganlığa yol açtığını söylemeliyim, Nedim Şener’in gıyabında. Zira Şener geçen yıl gözaltına alınırken “Hrant için adalet için” diye haykırmış, tutuklu sanığı olduğu OdaTV davasının 23 Ocak tarihli duruşmasındaki “17 Ocak'ta iyi ki serbest bırakılmamışız. Nedim Şener'in neden tutuklandığını tüm Türkiye gördü. Yaşananlar beni teyit ediyor" sözleriyle de, mahkemenin huzurunda olmasının asıl sebebinin Dink suikastını araştırırken bir takım noktalara ulaşmış olması olduğunu dile getirmişti.     
  
Şener gerçekten de 2009’da Dink suikastındaki devlet dahlini araştırmaya başlamış, tutuklanana kadar bu konuda iki kitap yazmış, bazı güçlü polis şeflerinin hedefi haline gelmiş ve gene 2009’da telefonu dinlenmeye başlamıştı. Kitaplarında (özellikle Kırmızı Cuma’da) Hrant’ın 2004’ten beri faşistlerce hedef haline getirilmesini, Jandarma ve MİT’in rolünü konu etmiş, ancak sadece bunları yazmamıştı. Aynı zamanda Emniyet’teki iyi sıhhatte olsunlar örgütlenmesine mensup polis şeflerinin, suikastın işleneceğini bilmelerine rağmen buna engel olmadıkları gerçeğini somut kanıtlarla ortaya koymuştu.

Sonunda da, Dink’in öldürüleceğine dair bir bilgiyi 2006’da üstlerine tahrif ederek ilettiğini ortaya koyduğu bir polis şefinin yürüttüğü OdaTV soruşturması kapsamında tutuklandı. Bir yandan Ergenekon, OdaTV vs. soruşturmalarını yürütenlerin diğer yandan aslında neler yaptığına bakınca, bu davalar sonucu neden daha demokratik bir ülke olmadığımız anlaşılır hale geliyor.

Şener’in Emniyetçilerle ilgili ortaya koyduğu şeylerin önemi, bunların Dink suikastıyla ilgili hükümet ve destekçileri tarafından inşa edilen paradigmaya ciddi şekilde gölge düşürmesiydi. Söz gelimi AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik 28 Ocak’taki açıklamasında Dink’in yem olarak seçildiğini ancak asıl hedefin AKP olduğunu öne sürmüş, köşe yazarı Oral Çalışlar ise 24 Ocak’taki yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “Dink cinayetini tezgâhlayanların ve örgütleyenlerin Ergenekoncular olduğu noktasında hiçbir kuşkum yok (…) AK Parti’yi darbeyle devirmeyi hedeflemiş olan Ergenekoncular (…) Bu cinayetler, Türkiye’yi bir kaosa sürükleyerek, darbe ortamı yaratarak AK Parti iktidarını alaşağı etmeyi hedefleyen darbecilerin ürünü”. Uzun lafın kısası, Dink suikastı iktidar ve destekçileri için bir “negatif kıymet” niteliğinde. 

Ancak, asıl hedefin iktidar olduğu anlatısı, iktidarın polislerinin süreçteki (Şener tarafından ifşa edilen) rolünün mahkemece soruşturulması şöyle dursun, polis muhbirinin bile kurtarıldığı bir yargılamanın sonucunda tamamen mesnetsiz hale geldi. 

Dink’i hayatının son 3 yılında hedef haline getiren faşistlerin bazıları Ergenekon sanığı. Dink’in son iki yazısında bu 3 yıllık meşum süreci anlatarak nasıl hedef haline getirildiğini ortaya koyması (yani maktul bir yere işaret etmektedir), kardeşi Orhan Dink’in bir televizyon yayınında “katil Veli Küçük’tür” demesi, Şener’in de Kırmızı Cuma kitabında “neden Hrant Dink cinayeti Ergenekon iddianamesinde yok?” diye sorması… Bütün bunlar “olağan şüpheliler”in kimler olduğunu işaret ediyor. 

Amma velakin… Tapu kadastro memurlarından ya da itfaiyecilerden bahsetmiyoruz, eğer ki istihbaratçı polisler işleneceğini bildikleri bir cinayete engel olmuyorlarsa, bunun adı ihmal değil suç ortaklığıdır. Cinayetten 1 saat 47 dakika sonra Erhan Tuncel’i arayan bir polis memurunun, cinayetin zamanlaması hariç her şeyini bildiği (Dink’in başından vurulacak olması dâhil) gerçeği ortadadır. (bkz. Kırmızı Cuma, s. 69-72). Dink’in katledilmesinin iktidar ve destekçileri için bir negatif kıymet olmasını tüm bu manzarayla birleştirin lütfen.  

Şimdi tekrar Koptaş’ın satırlarına dönelim. Koptaş solun bir kısmını suikastın yarattığı toplumsal tepkiden yararlanma fırsatçılığıyla ve aslında ulusalcı olan bazılarını Hrant’a sahip çıkar gibi görünme sahtekârlığı ile eleştiriyor. Somut bir şey yazmadığı için kimlerden bahsettiğini ancak tahmin edebiliriz. Üyeleri Hrant’ın 2006’da 301. maddeden yargılandığı duruşmaya dayanışma amacıyla giden ve faşistlerin saldırısına uğrayan, o efsanevi cenaze töreninin tertiplenmesinde DTP’yle beraber en önemli rolü oynayan ve aradan geçen 5 yılda her duruşma öncesi Beşiktaş meydanına kitlesiyle gelen ÖDP’yi kastetmediğini tahmin ediyorum. Ya da Hrant katledildikten 2 gün sonra Trabzon’da şehrin en işlek yerinde stant açan Öğrenci Kolektifleri’ni kastetmiyordur herhalde. 

Bugüne kadar Hrant anmaları ve duruşmalarına, bu etkinliklere rengini veren siyasi bağlama (“Hrant’ın Arkadaşları”) uzak durduğu için kitlesel katılımda bulunmayan TKP’yi eleştiriyor olabilir mi? Bu parti geçen 19 Ocak’taki yürüyüşe katıldı, hem de kalabalık bir şekilde. Artık mızrak çuvala sığmaz bir hale gelmişti: Gerek 5 yıldır davanın aslında bir türlü “başlamaması”, gerekse referandumla beraber iktidarın iyice güdümüne giren “özel yetkili” yargı düzeninin suçlu diye önümüze 2 kişiyi sürmesi, Hrant anmalarının “Ergenekon anlatısı” üzerinden AKP’ye dolaylı bir meşruiyet sağlaması imkân ve ihtimalini sıfırladı (tabii AKP yetkilileri ve bazı köşe yazarları bu yöndeki çabalarına devam ediyor). TKP de anca bu sıfırlanma üzerine anmaya geldi.  

TKP’nin aradan geçen 5 yıldaki tavrı elbette eleştiriye açıktır ama en azından kimse dürüst davranmadıklarını söyleyemez. “Siyasi görüşlerine uzak olduğumuz ama haksızlığa uğramış bir halkın yiğit temsilcisi olarak selamladığımız Hrant Dink” diyorlar açıklamalarında. Ben olsam Ermeni halkından haksızlığa uğramış olarak değil; soykırıma, baskıya ve ayrımcılığa uğramış bir halk diye bahsederdim. Peki aradaki nüans ulusalcılık turnusolu mudur? Hiç sanmıyorum.   

Kaldı ki… Velev ki solda birileri fırsatçılık peşinde olsun, bazı gizli ulusalcılar da bir anda Hrantçı olmuş olsun. Bence ortada Hrant Dink’in sevenleri ve yakınları için çok daha öncelikli bir mesele var. “PKK olmasaydı AK Parti Dink cinayetini çözerdi” diyen kişi Agos’un bir önceki genel yayın yönetmeni… Gün Zileli’nin isabetli bir biçimde hakkında “Hrant Dink cinayetinin ardındaki asli faillerin ortaya çıkartılması diye bir derdi yok. Onun bütün derdi, dikkatleri “Ergenekon”a çekerek, AKP’yi ve kadrolarını bu işten mümkün olduğunca kurtarmaya çalışmak” diye yazdığı Oral Çalışlar Agos’ta köşe yazarı… Hükümetin AİHM’deki savunmasında Hrant’ı bir neo-naziye benzetmesini değil, bunun haberleştirilmesini eleştiren ve “hükümet Dink cinayetinde hedefe konmaya çalışılıyor” diye yakınan Ali Bayramoğlu, Hrant Dink Ödülü’nü veren jürinin üyesi…  

Az önce saydığım insanların hiçbirini kötü niyetli olmakla itham etmiyorum. Ama “her ağacın kurdu özünden olur” deyişini hatırlamaktan da kendimi alamıyorum.  

12 Şubat 2012 Pazar

En temizi, Cemaat’in parti kurması

Burak Cop
10 Şubat 2012 

MİT-Emniyet-yargı üçgeninde yaşanan son krizin AKP-Cemaat sürtüşmesinin son perdesi olduğuna dair belirtiler güçlenmeye başladı. Olay patlak verdiğinde, yani üç üst düzey MİT yöneticisi KCK dosyasına bakan savcılığa çağrıldığında ve adeta buna misilleme yapılırcasına KCK soruşturmasını yürüten iki polis şefi görevden alındığında, meselenin bu sürtüşmeyle bağlantılı olduğu hemen sezilmişti. Aradan geçen zamanda gerek hükümet cephesinden gelen açıklamalara gerekse bazı medya organlarındaki haber ve yorumlara bakınca, safların beklendiği gibi oluştuğu görülüyor.

Fethullah Gülen’in, Mayıs 2010’daki Mavi Marmara olayında “İsrail’den izin alınsaydı daha iyi olurdu” minvalindeki açıklaması, Gülen Cemaati’yle hükümetin açıkça ters düştüğü ilk olay. Ancak bundan üç buçuk ay sonraki referandum Cemaat’le AKP’yi birbirine fevkalade yakınlaştırdı. Ölülerin bile oy kullanmasını isteyen (ne demekse) Gülen referandum gecesi Başbakan’dan teşekkür aldı. Gerçekten de Cemaat’in medyası ve işadamları ‘evet’ için çok çalışmışlardı.

Referandum, Cemaat için, destekçisi olduğu AKP’nin kazandığı alelade bir zaferden çok daha fazlasını ifade ediyordu. Halkoylamasıyla kabul edilen paketin önemi, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmesiydi. Öbür maddeler kozmetikti. Aradan geçen zamanda, kabul edilen diğer yirmiden fazla madde için ilgili yasalarda gereken değişikliklerin yapılmamış olması bunun kanıtıdır.

Dört yıldır çeşitli davalar vasıtasıyla “Yeni Türkiye”nin yapılandırılmasında kilit rol oynayan Özel Yetkili Mahkemeler, Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin’e göre (bkz. Express dergisiyle röportaj), 2004-05’ten beri Cemaat tarafından kurgulanmakta, hazırlanmaktaydı. Bunun için 2004 sonunda yeni Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Kanunu çıkarılmıştı. 2006’da çıkan yeni Terörle Mücadele Kanunu’nun da bunlara eklenmesiyle birlikte; son 4 yılda gündemimizi işgal eden davaların yürütüleceği çerçeve tamamlanmış oldu. Özel Yetkili Mahkemelerin ve Savcıların önüne taş koyabilecek yegâne güç olan HSYK’nın (ki 2010 başında Erzincan’da olan tam da buydu) iktidarın kontrolüne geçecek olması işte bu yüzden çok önemliydi.

Cemaat’in artık herkesçe bilinen bir diğer örgütlenme alanı Emniyet’teki terörle mücadele, organize suçlar, istihbarat gibi kritik birimler. Nitekim Çarşamba günü görevden alınan iki polis şefinden biri, Emniyet’teki Cemaat yapılanmasıyla ilgili kitap yazdıktan sonra hapse giren Hanefi Avcı’nın yasadışı dinlemeler yapmakla suçladığı Erol Demirhan’dı. Avcı’nın, kitabında “Emniyet imamı” diye tanımladığı Ali Fuat Yılmazer de dikkate değer bir isim. Gazeteci Nedim Şener, Yılmazer’in Hrant Dink’in öldürüleceğine dair 2006’da gelen bir bilgiyi üstlerine tahrif ederek sunduğunu yazmıştı. Yılmazer bunun üzerine Şener’e dava açtı, ancak davayı kaybetti.

Dink suikastının tasarlandığı dönemdeki rolü çokça tartışılan Ramazan Akyürek’in de, gazeteci Doğan Akın’ın ifadesiyle, “Cemaat’e yakın isimlerden biri olarak adı geçiyor” (ayrıntı için bkz. BirGün’ün Akın’la röportajı, 14 Aralık 2011). Cemaat’i Ergenekon davasının “müştekisi” olarak tanımlayan Demokrat Yargı Eşbaşkanı Ertekin ise, davanın 2006 başında Cemaat’ten bir polis şefi tarafından kurgulandığını öne sürüyor. 80’lerin sonundan günümüze Emniyet’teki örgütlenmenin seyri Nedim Şener’in ‘Ergenekon belgelerinde Gülen ve Cemaat’ kitabında detaylı anlatılır.

Türkiye tarihi ordunun siyasete müdahaleleriyle dolu, darbesinden tutun da e-muhtırasına kadar. Sondan bir öncekine kadarki genelkurmay başkanları siyasi konularda sık sık açıklamalar yapardı. Ordunun siyasi bir aktör olarak oynadığı rolü egemen sınıfların çıkarlarını, ABD faktörünü, Türkiye’nin toplumsal ve iktisadi yapısını göz önüne alarak çözümleyen sosyalist bakış açısı bir yana, en basit “burjuva demokratik” perspektiften bakan biri bile askerin siyasetteki rolüne neden karşı çıkar? Demokratik bir mekanizmayla “hesap verebilirliği” olmadığı için. Yani seçmen karşısına çıkmadığı, gücünü sandıktan değil cephaneliğinden aldığı için.

Devletin kritik noktalarında böylesine örgütlü olan, sadece ekonomik ve toplumsal değil siyasi de bir güç olan, halkın oyuyla seçilmiş bir hükümetle dahi sürtüşebilen, hepimizin hayatına doğrudan veya dolaylı etki eden bir “yapılanma”nın siyaseten hesap verebilir olması icap eder. Eskiden generallerden siyasete müdahale girişimleri geldiği zaman “çok meraklılarsa askerliği bırakıp politikaya atılsınlar” denirdi. Apoletli atanmış muktedirler için bu söyleniyorsa, gerektiğinde apoletsiz atanmış muktedirler için de söylenmelidir. Aksi takdirde “askeri vesayet gitti, sivil vesayet geldi” diyenlere söyleyecek sözünüz olmaz.