30 Ekim 2010 Cumartesi

Ali Nesin'den Alman Başkonsolosluğu'na onur tokadı

Türkiye yurttaşlarının AB konsolosluk kapılarında maruz kaldıkları eziyet ve aşağılayıcı muamele kuşaktan kuşağa aktarılmış bir 'veri' oldu çoktan. Ben çocuktum bu dert vardı, 30 yaşıma geldim sorun -belki de ağırlaşarak!- devam ediyor. Bu konuda, Türkiye hükümetlerinin sorundaki payını da irdeleyen, Tan Morgül imzalı güzel bir yazı yayınlanmıştı Bianet'te:  http://bianet.org/biamag/insan-haklari/121991-korkulu-bir-kucaklasma-hikayesi-kuslar-almanya-konsoloslugunda    

Vize işkenceciliğinde bilhassa kötü bir şöhreti bulunan Almanya Başkonsolosluğu'nun son kurbanı, matematik profesörü Ali Nesin oldu. Ama Nesin'in aşağılanmaya hiç niyeti yoktu, çarptı kapıyı gitti. Ateşe ateşle karşılık verdi. "Yüzü" olan utanır. Varsa tabii ilgililerde...   

Prof. Dr. Ali Nesin'in kamuoyuna duyurusunu buyrun okuyun. Şahsen içim soğudu.  

B.C  

~~~

Almanya'da dostlarimiz Essen Universitesi'nde bir Aziz Nesin'i anma gecesi duzenlemek istedi. Bu vesileyle Vakf'a da uc bes kurus para gelebilecekti.
Davetliydim dogal olarak.

Her Türk gibi AB vizesi almam gerekiyordu.
Istedikleri tonlarca belge yetmezmis gibi bir de konsolosluga bizzat gitmem gerekiyormus...
Once bir tepki gostermedim. Ne zaman, saat kacta gibi sorulari sorunca istegin asagilayici yonunu kavradim.
Sabahin korunde, 6,30 filan gibi Alman konsoloslugunda olmam gerekiyormus...

Ne sabahin korunde ne de gunun herhangi bir saatinde Alman konsolosluguna gitmeme kararini aldim. Beni Almanya'ya davet eden dostlarimizi kirma pahasina. Dostlarimiz beni bagislasinlar. Bu kadar alcalmayi ne kendime ne Aziz Nesin'e ne de Nesin Vakfi'na yedirebildim. Her seyin bir siniri vardir.
Uzun uzun pazarliklar yapildi. Almanya'dan konsolosluga telefonlar edildi, fakslar yollandi, yetkililere ulasildi, belki de ricalar minnetler dile getirildi...

En son gelen haber soyleydi: Konsolosluktan bir yetkili ogle saatlerinde benimle tanismaktan buyuk onur duyarmis. Vize bolumune degil de konsolosluga kadar gidip benimle tanismasina ve boylece onurlanmasina olanak taniyabilir miymisim?

Az kalsin tuzaga dusuyordum. Belki de gercekten benimle tanismaktan onur duyacak bir Alman'a rastgelmisizdir... Olmaz mi?  Olmaz ama dogrusu bir an kuskuya dustum.
Aklim basima geldiginde soyle yanit verdim: "O onur bana aittir. Once vizeyi verin, daha sonra tanisip karsilikli onurlaniriz."

Vizeyi vermediler!

Almanya'ya gitmeye bayilmadigimi, hele bu davranis bicimleriyle hic mi hic gitmek istemedigimi (umurlarinda olmasa da) Alman otoritelerinin ve kamuoyunun bilgisine saygilarimla sunarim.

Ali Nesin (www.nesinvakfi.org)

21 Ekim 2010 Perşembe

Yitik Roma şehrinden notlar...

Sky Türk'te muhabir olarak çalıştığım dönemde, 2005'in son günlerinde iş için Tarsus'a gitmiştim. Oraya dair izlenimlerimi kaleme aldım daha sonra ve o yazım Sky Türk'ün web sitesinde yayınlandı. Tabii ki çoktandır yerinde yeller esiyor. Buraya alayım dedim. Mamafih'i arşiv olarak kullanmaya devam ediyorum...

---
 Burak Cop

5 Ocak 2006

Nereyi kazsalar tarih fışkırıyor. Eskiden şehir meydanı işlevi gören geniş bir alan varmış, mesela Başbakan Adnan Menderes`in 1958`deki ziyareti sırasında halka hitap ettiği. Şimdiyse burası arkeolojik kazı alanı olmuş, etrafı çevrilmiş. 

Toprağı yalnızca 5 metrelik bir derinliğe kadar kazmışlar ve ortaya antik Roma döneminden kalma bir yol çıkmış. Zemini taş döşeli bir yol. Çevre düzenlemesi yapılmış, yan kesimlerine sütunlar dizilmiş... Bugünün Tarsusu`nun altında bir şehir daha var adeta. Kentteki pek çok yerde toprak altında gün ışığını görmeyi bekleyen Roma yapıtlarının bulunduğu söyleniyor.

Tarsus hem antik Roma devrinde önemli bir şehirdi, hem de Hıristiyanlık için halen bir kutsiyet ifade ediyor. Bunun sebebi de Saint Paul`ün (Aziz Pavlus) aslen Tarsuslu olması. Aziz Pavlus, genel kabul görmüş yanlış bir kanıya göre, Hz. İsa`nın 12 havarisinden biri zannediliyor. Ama değil. Bununla beraber, şehirleri ve köyleri dolaşarak, `Hıristiyanlığın` bir `din` olarak doğu Akdeniz havzasında yayılmasında çok önemli bir işlevi yerine getirmiş.

Tarsus`ta, işte, bu Aziz`in evinden arta kalanlar olduğuna inanılan, koruma altına alınmış yıkıntılar ve bu yıkıntıların yanı başında da onun adını taşıyan bir kuyu var. Burası Kültür Bakanlığı`nın kontrolünde, turistik bir alan. Vatikan`ın da `hac` güzergahı üzerinde yer alıyor. Ancak Vatikan`ın Tarsus`a ilgisi Aziz Pavlus Kuyusu`ndan ibaret değil. Şöyle ki; şehirde bir de Aziz Pavlus Kilisesi var. Bir dönem `askerlik şubesi` gibi alakasız bir amaçla kullanılan kilise, kendisi de Tarsuslu olan İstemihan Talay`ın kültür bakanlığı sırasında restore edilmiş.

Vatikan da restorasyonun mali yükünü karşılamaya aday olmuş, ancak bir şartla: Kilisenin ibadete açılması ve mekanda sürekli bir din görevlisinin bulunması. Bizim yetkililerin ise `anti-emperyalistliği` tutmuş olacak ki, `Yahu Tarsus`ta kilise cemaati yok ki. Acaba bu Vatikan`ın bir takım emelleri mi var?` diye düşünüp bu talebi geri çevirmişler. Restorasyonu Kültür Bakanlığı kendi kaynaklarıyla gerçekleştirmiş. Sonuçta Aziz Pavlus Kilisesi günümüzde Bakanlığın denetiminde bir `anıt-müze`. Burada ayin yapmak isteyen yabancı turistler yetkililerden izin alıyor ve kilise de her seferinde şöyle 15 dakikalığına falan ibadete açılıyor.

MHP`Lİ BELEDİYE HİZMETTE BAŞARILI

Tarsus`un, görkemli tarihsel zenginliğiyle uyumluluk gösteren, kozmopolit sayılabilecek bir yapısı var. Türkiye`nin pek çok yerine olduğu gibi, Tarsus`a da son yıllarda Güneydoğu`dan yoğun bir Kürt göçü olmuş. Şehrin daha köklü yerli eşrafı ise Türkmenler (`etnik Türkler` de diyebiliriz herhalde) ve çoğu Alevi (Nusayri) olan Araplardan oluşuyor. Ancak 1994`ten beri yapılan 3 yerel seçimi de bu kozmopolit yapıyla pek o kadar uyumluluk göstermeyen bir parti kazanmış: MHP.

Bu ilginç durumun sırrı belli aslında: Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz`ın parlak hizmetleri. Şehirde konuştuğum farklı görüşlerden hemen her insan bunun altını çiziyor. Tarsus`un harikulade bir altyapısı var. Yakında doğalgaza da geçmeye hazırlanıyorlar. 2 yıl üst üste gerçekleşen sel baskınları üzerine belediye aslında DSİ`nin sorumluluğunda olan bir konuya el atmış ve dereler ile kanalları ıslah etmiş. Başkan Kocamaz`ın anlattığına göre, yapılan hizmetlere kaynak sağlanmasında Avrupa Yatırım Bankası ve Alman Devlet Bankası`ndan alınan düşük faizli kredilerin önemli bir payı var.

`BURASI SOL`UN KALESİYDİ`

Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz`la sohbete devam ediyoruz. `80 öncesinde Fatsa gibiydi burası` diyor. `Sadece bizim camiadan 28 kişi öldü. Bunlardan 4`ü ilçe başkanımızdı. Tabii Sol`dan da bir o kadar gitmiştir.`. Kocamaz `aslında sol ağırlıklıydı buralar` diyor, MHP`nin üst üste 3 kez yerel seçimleri kazanmasının istisnailiğini ve önemini vurgularcasına. Atatürk ve İnönü dönemlerindeki dışlanmışlığın ardından 50`li yıllarda Demokrat Parti`yi destekleyen Arap kökenli vatandaşların bir sonraki jenerasyondan itibaren hep Sol`a oy verdiğini anlatıyor. Zaten kendisinden önceki belediye başkanı da, Arap kökenli ve SHP`liymiş.

Sohbetimiz esnasında şehir nüfusunun renkli yapısına ilişkin `Cenab-ı Allah insanları, bir bildiği var ki, kavim kavim yaratmış. Biz ondan daha mı akıllıyız? Kardeşçe yaşayacağız ve Tarsus`un nimetlerini paylaşacağız` diye konuşan Başkan Kocamaz, Tarsus`un Kurtuluş Günü törenlerindeki konuşmasında ise biraz farklı telden çalıyor sanki. Türklerin`genetik yapıları itibariyle bağımsız yaşamaya eğilimli oldukları` gibi, nasıl olup da bilim dünyasını derinden sarsmadığını bir türlü çözemediğim bir vecize sarfediyor. Türklerin `dünyaya nizam vermek için yaratıldığını` savunuyor. `Türk`ün damarındaki asil kan`ın gerekli şartlar oluştuğunda nasıl da `bozkurtlaşacağını` anlatıyor. Tören alanındaki gençlere `Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Atatürk ve Rauf Denktaş`tan utanmayacak, onlarla gurur duyacaksınız` (ilginç bir sıralama) diye hitap ediyor. `AB yolundaki dayatmalar`ı eleştirmeyi de ihmal etmiyor düşman işgalinden kurtuluş günü törenlerinde...

ANTİK ROMA ŞEHRİNE ÜLKÜCÜ DAMGASI

Bu kozmopolit Roma şehri bugün ne denli uyum içinde ve iç barış ortamında yaşıyor? 2 günlük bir seyahatte bunu çözmek zor. Ama kurtuluş günü törenlerinde Başkan`ın yaptığı konuşma, kalabalığın arasında elleriyle `kurt` işareti yapan `vatandaş`lar, mehter takımının Osmanlı ezgilerinin yanı sıra `Çırpınırdı Karadeniz` ve `Irmağının akışına ölürüm Türkiyem` gibi eserleri çalması, bir süre önce bir MHP`linin dövülmesi üzerine bir grup MHP`linin kentteki `Kürt mahallesi`nde bir kahvehaneyi basarak ortalığı yıkması ve çok sayıda vatandaşı dövmesi, bu kişilerin polisçe `formalite icabı` gözaltına alındıktan sonra ertesi gün Başkan Kocamaz`ın girişimiyle serbest bırakılması gibi olayları göz önünde bulundurunca... İnsan bilemiyor tabii...



12 Ekim 2010 Salı

Sol-içi hazin bir yazışma

Burak Cop

BirGün gazetesinin 3 Ekim tarihli pazar ekinde bir yazım yayınlandı (bu blogda da var; MHP'yle ilgili olan). Ertesi gün bir okurdan eleştirel bir e-mail aldım. Cevap yazdım. Cevabıma cevap yazdı. 

E-mail yazışmaları elbette ki mahremdir. Ancak, içerikleri itibariyle, okura ismen hitap ettiğim yerleri dışarıda bırakırsak aşağıdaki e-mailler yazıştığım kişinin kim olduğuyla ilgili bir ipucu vermiyor. Yazıştığım kişinin ismini çıkarınca yazdıkları (kendinden söz ettiği bölümler de dahil olmak üzere) anonimleşiyor. Bu yüzden, söz konusu okurun onayını almaksızın her üç e-maili de buraya koymakta etik bir sakınca görmüyorum. 

----------------------------------

Değerli yazar,
MHP'yi aynı anda hem küçümseyen, hem ona akıl veren, hem sıkı bir biçimde tahlil eden (!), hem onlardan bir şey beklemeyen, arada Kemalizme de vuran, velhasıl ne yapacağını tam bilemeyen yazınızı zevk almadan okudum. Biliyorsunuz iki kardeş var. DevYol kökenli. Kemalist Köy Enstitüleri mezunu Dursun Akçam'ın oğulları Taner ve Cahit. Taner kendisini tanıdığımda ODTÜ'de gençlik önderiydi. Hayranlık duydum. Şimdi "tarihin yalancısı" olmuş, Ermeni tezlerini bire bir savunuyor.
 
-95 yıl sonra Ahtamar'da (Akdamar değil!) ve gene o kadar uzun bir aradan sonra Sümela'da Hıristiyanlar ayin yaptıkları için. Senede bir gün üstelik. Sadece 'senede bir gün', şarkıdaki gibi.-
 
Ne kadar masumlar değil mi? SSCB ayaktayken hiç gündeme gelmeyen Ermeni soykırımı ABD'de her sene yeni tavizler için şantaj aracı olarak ve iki halkın arasına kalıcı düşmanlık sokmak için kullanılıyor; tazminat ve toprak taleplerini de unutmayalım. Ve orada durmuyor, Taraf'ta devrimcileri eleştiriyor. Cahit de ona "Geçmişine ihanet ediyorsun" uyarısı yapıyor. Tıpkı Evetçi Ali Nesin ve Ahmet Nesin olayı gibi.
 
Ne kadar kolay harcıyorsunuz Kemalizmi, Yurtseverlikten ne kadar çabuk vazgeçiyor, Emperyalizm tahlili ve olgusunu ne kadar kolay unutuyorsunuz. Ve ne kadar kolay yazıyorsunuz, sadece yükselmiş dalgaya, liberalizme binerek. Bilimsel Kuşkuculuk denilen şey sanki hiç yanınıza uğramamamış. Üstelik Oğuzhan Müftüoğlu gibi bir yiğitin ağır abi olduğu bir gazetede.
 
Zaten sadece Birikim ve Taraf okuyarak ancak böyle yazılır. Ne güzel, hiç kafa yorma derdiniz yok. Ne olduğu belli MHP'yi hedef al, arada Ermeni şovenizmini masum göster, Kemalizmi harca, oh keka. Ol devrimci, sıkı solcu, yetmedi anarşist. Öyle ya Marksist olmak biraz daha ciddi iştir, bilimsellik ister.
Ne diyelim, Taner Akçam dürüst kardeşini bile ikna edememiş, siz mi beni ikna edeceksiniz. Yalnız bırakın Birgün'ün yakasını, Taraf'ta yazın. Artık TKP, ÖDP, EMEP, Halkevleri ittifakı kuruldu, bazen duraklamalar, gerilemeler olsa da artık sosyalizm var, ucuzluk yok.
 
~~~
 
Sayın ..., 
 
Yaşınıza ve tecrübenize hürmet ederim. Ama mailiniz ne yazık ki neresinden tutsanız elde kalıyor. Tam bir kavram karmaşası, kavram salatası niteliğinde. 
 
- Cahit Akçam'ın kardeşine yönelik eleştirisinin Ermeni soykırımıyla alakası yoktur, lütfen bilerek ya da bilmeden çarpıtma yapmayalım. Taner Akçam liberal bir bakış açısıyla devrimcileri eleştiriyor. Sorun bundan ibarettir.  
 
- Ermeni Soykırımı'nın SSCB ayaktayken gündeme gelmediği tam anlamıyla safsatadır. Lütfen bu konuda bilgilerinizi düzeltiniz.  
 
- Ermeni kardeşlerimizin (sizi bilmem ama ben onları kardeşim olarak görüyorum) tarihi değeri olan bir ibadethanede ibadet etmeleri ve onların bu hakka sahip olduğunu savunmak "Ermeni şovenizmi" değildir. 
 
- Ne Kemalist ne de yurtseverim. Ben Marksistim. Aynı anda hem Kemalist hem de Marksist olunamayacağını düşünüyorum. 
 
- "Marksist olmak ciddi iştir, bilimsellik ister" görüşünüze katılıyorum.  
 
- Ben, sizi bilmem ama, emperyalizmi Lenin'in "Kapitalizmin en yüksek aşaması" kitabından ve Lenin'in paradigmasiyla yazılmış, onun emperyalizm kuramını geliştirerek yeniden-üreten eserlerden öğrendim.
 
- Bunu yapabilmeniz konusunda çok umutlu değilim ama yine de söyleyeyim: Ermeni Soykırımı'nın, Kapital'in 1. cildinde emperyalist devletlerin sömürgelerini mahvederek gercekleştirdikleri 'sermaye birikimi'nin, Anadolu coğrafyasında da bir Türk-Müslüman burjuvazisinin yaratılması için zor kullanılarak Ermenilerden Müslümanlara sermaye aktarımı şeklinde tezahür ettiğini anlamaya çalışın derim ben... 
 
- ABD'nin, TC adlı, emperyalist sistemin ayrılmaz parçası olan ulus-devletin egemen sınıf ve zümrelerinin canını sıkarak Ermeni Soykırımı'nı istismar etmesine "Hmm, demek ki ABD de Ermeni soykırımı diyor. Ee, ABD kötüdür. Dolayısıyla Ermeni meselesinde TC'nin resmi tezleri haklıdır" diye yaklaşmak, kusura bakmayın ama bana göre değil. Zaten son kavşakta ABD her zaman TC egemen sınıf ve zümrelerinin istediğini yapar, soykırımın adını koymaktan bir şekilde imtina eder. TC devletinin geleneksel inkarcı tutumu Ermeni meselesini başka devletler icin bir istismar unsuru haline getiriyorsa, bundan egemen sınıflar, egemen zümreler ve sizin gibi, onların ideolojisini savunan milliyetçiler rahatsız olsun. Bana ne. "ABD'nin dediğinin tersi doğrudur" gibi çocukça bir mantıkla hareket edeceksek ABD'nin emperyalist saldırganlığına hedef oldular diye Saddam'ı, Milosevic'i, Taliban'ı da savunmak gerekir, ayrıca.   
 
- Bir de, Rusya alenen ve resmen, İran ise bir takım jestlerle Ermeni Soykırımı'nı tanımaktadır. Ne dersiniz, Türk'ün Türk'ten başka dostu yok mu yoksa..?  
 
- Beni Taraf'a davet etmişsiniz. Teşekkür ederim ama almayayım... Ama siz isterseniz İşçi Partisi saflarında siyaset yapabilirsiniz.  
 
- Ben ÖDP üyesiyim bu arada.  
 
- Umarım Ermeni meselesi konusunda en azından bir İbrahim Kaypakkaya kadar, TİİKP döneminin Perinçek'i kadar ilerici olabilirsiniz... İnsanlar değişiyor, hayatta her şey mümkün.  
 
- Bana sol.org sitesinden bir link göndermişsiniz, teşekkür ederim. Komşudan gelen tabak geriye boş gönderilmez, siz de lütfen bu 2 linki kabul buyurun:  http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=21690   ve   http://bianet.org/biamag/toplum/121372-24-nisan-soykirim-ve-tarihin-tahrifi        
 
İyi günler dilerim, 
 
B.C 
~~~
 
Sayın Yazar,
Maalesef yanıtlamak zorundayım. Yetersiz okuma ve ilgi alanlarını kısıtlı tutma insanın başına dert açıyor. Bir Çeçenim, ama ne Çeçen ne  de Türk milliyetçisiyim, yurtseverim. 78'li sayılırım. Sayılırım diyorum çünkü tanık olduğum kahramanlıklara ve büyük devrimci mücadeleye, o zamanlar bir HK taraftarı idim, büyük saygım o dönemin istismar edilmesine izin vermiyor. Geçelim.
 
Değerli Tevfik Çavdar, Nihat Behram gibi TKP'lilerin konuyla ilgili yazıları var Sol Haber'de, öneririm; sadece Birikim'den öğrenilmez böyle şeyler. Lenin sağken Troçki (iktidar'sız'lık teorisyeni) konuyla ilgili Ankara hükümeti ve Kemalistler aleyhine konuları gündeme getirir, Stalin'in yerinde müdahelesi ile Lenin doğru tutum belirler. Sosyalistler Kemalist değildir. Ama ondan nefret etmezler. Jakoben gelenekten iğrenmezler. Komünist Ermenileri okumaya çalışın. Bakın ben şiddetli yaygaraya esir olup, Rus ve Stalin düşmanlığı yapmıyorum, bir Çeçen olarak. Stalin eleştirilir, ama soldan. Herkes gibi. Liberal eleştirinin atına binmek bilimsel sosyalistlere yakışmaz.
 
Bu arada ben bir TKP sempatizanıyım. Fakat dediğim gibi Ufuk Uras yükünden kurtulan ÖDP gittikçe daha güzel işler yapıyor, geçmişteki DEV-YOL mücadelesine oturuyor. Öğreneceğiz birlikte; fakat liberalizm düşmandır, onlardan akıl alınmaz. Yine de siz bilirsiniz. Ben artık onların, ve onların desteklediği AKP'nin "Yektir Allah Yek" demesini bile samimi bulmuyorum. Bunların her şeyleri hesaplı ve bir plana göre. Boş vakitlerinizde SOL Haber okuyun, inanın Birikim okumaktan daha öğretici. 
 

8 Ekim 2010 Cuma

Rüzgâr AKP'nin arkasından esiyor

Burak Cop

Ekim ayının sekizinci günü itibariyle egemen siyasetin (nam-ı diğer burjuva siyasetinin) en güçlü ve avantajlı partisi olarak AKP görünüyor. Başbakan Erdoğan'ın referandum minderine davet ettiği ve bu davete icabet eden Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, 'AKP'ye evet mi hayır mı?' plebisitine dönüşen karşılaşmadan net bir mağlubiyetle ayrıldılar (bilhassa Bahçeli) ve böylece AKP'ye can kattılar. Ancak AKP'nin avantajı meselesi tabii ki bundan ibaret değil.

Geçen yılki yerel seçimlerin parçası olan il genel meclisi seçimlerinde AKP'nin oyları yurt çapında yüzde 39'un altına düşmüştü. Erdoğan'ın teğet geçtiğini öne sürdüğü küresel ekonomik kriz halkı vuruyordu ve iktidardaki parti de aslen bundan ötürü kan kaybetti. 2009 yılında Türkiye'de ekonomik büyüme oranı yüzde -4.7 idi ve işsizlik sorunu ağırlaştı. Keza, 2008'le karşılaştırıldığında GSYH'de dolar bazında yüzde 16.9'luk bir gerileme vardı. 

Şimdiyse ekonomik göstergeler hangi fraksiyona mensup olursa olsun büyük burjuvazinin yüzünü güldüren cinsten. Tabii iktidarda kendi temsilcilerinin bulunması itibariyle Anadolu sermayesi (Batı Anadolu hariç) bu durumdan ekstra hoşnut olmalı. Çünkü bu işin meyvesini AKP yiyecek.

Türkiye'de sanayi üretimi Ağustos ayında, "piyasa beklentileri"nin ötesinde bir gelişmeyle, yüzde 11'lik bir artış kaydetti (söz gelimi CNBC-e anketinde yüzde 7.4'lük bir artış bekleniyordu). Evet Türkiye'de, hani bunu söylemeye bile gerek yok ya, neo-liberal kapitalizmin sömürü mekanizması tüm "etkinliğiyle" devam ediyor. Yoksullara yardım, öğrenciye bedava kitap, sosyal güvenlik sisteminin standardize edilmesi ve ilaç fiyatlarının düşmesi gibi az sayıdaki "sosyal devletimsi" icraat dışında, AKP iktidarında piyasacı politikalar tüm hoyratlığıyla sürüyor (kendinden öncekilerde olduğu gibi). Ancak şu da bir gerçek ki, ekonomide büyüme olunca, göstergeler iyiye gidince, emekçi sınıflar bu gelişmelerin kırıntılarından dahi olsa nasipleniyor. Hele bir de istihdam artışı söz konusu ise, işsizlikte göreli de olsa, az da olsa bir iyileşme olursa, halkta iktidara karşı genelde olumlu bir bakış mevzubahis oluyor. Tabii bunun tersi de doğru, 2009'da olduğu gibi. 

Bu genel manzara AKP'nin işini kolaylaştırmakta, düzen-içi ve düzen karşıtı siyasal muhalefetinkini ise zorlaştırmaktadır. Ekonomideki "olumlu" görüntünün bir diğer çarpıcı yansıması da inşaat sektöründeki, acayiplik düzeyinde seyreden canlılık. Televizyonlar ve gazeteler konut reklamlarından geçilmiyor, TOKİ almış başını gidiyor. İnşaat sektöründeki canlılık aynı zamanda pek çok bağlantılı sektörü de canlandırır. AKP iktidarının (Erdoğan'ın diye de okuyabilirsiniz) İstanbul'da üçüncü köprüyü inşa etme ve hatta kendini kaybedip bir kanal açarak ikinci bir boğaz oluşturma projeleri, rant yaratma iştahı ve müteşebbislik özgüveni açısından gerçekten dikkate değer. O büyük rantın kırıntılarından emekçiler de yararlanacak. 

Çalıştığım medya kuruluşu için röportaj yaptığım Prof. Sencer Ayata'nın şu sözlerini, yukarıda değindiklerimi destekleyen bir unsur olarak okurlarla paylaşmak isterim: "(Ekonomik) büyüme süreçleri birkaç yılı aşarsa, o büyümenin kırıntıları, nimetleri topluma büyük ölçüde yayılır. Eşitsiz dağılır ama toplumun yaygın kesimleri uzun dönemli büyümeden yarar görebilir. AKP iktidarında sadece çok küçük bir kesimin değil, başka kesimlerin durumunda da iyileşme oldu. Ancak kriz bunu önemli ölçüde tersine çeviriyordu. Önümüzdeki dönemde ise, ben de şu anda bir tahmin yapamıyorum, tekrar büyüme başlarsa kriz öncesine benzeyen bir iyileşme sağlanabilir. Ama ... bu zenginlik artışından yararlanmada eşitsiz bir dağılım söz konusu. Bu süreç içerisinde Türkiye sosyal adaleti geliştirme bakımından ileriye adım atamadı".  

Sencer Hoca'nın işaret ettiği gibi, Türkiye ekonomisinde kriz öncesi döneme benzeyen bir göreli refah artışı dönemine girmiş gibi görünüyoruz (göreli kelimesinin altını çiziyorum). Türkiye'de artan zenginlik, geçtim toplumun genelini, belki orta-üst sınıflara bile dengeli dağılmıyor. Ama kırıntılardan nasiplenme mevzuu (ki bu kırıntılar bazen çok küçük de olmayabilir), emekçi sınıfının oy verme davranışlarında mutlaka etkili olacaktır. 

Mevcut koşullar altında CHP; AB'ye "size asıl iyi partner biz oluruz" mesajları vererek, biraz sosyal demokratlaşıp halktan daha fazla oy almayı amaçlayarak, özgürlük ve demokrasi temalarını ön plana çıkarıp Erdoğan'ın örtük/açık tehditlerinden huzursuz olan İstanbul sermayesinin desteğini almayı hesaplayarak (bu temaların ön plana çıkarılması ve AB'ye yönelik sıcak mesajlar, AB'yle bütünleşmeden fevkalade çıkarı olan bu sermaye fraksiyonunun ayrıca hoşuna gidecektir), kısaca iktisadi altyapısı ve toplumsal-politik-hukuki üstyapısıyla Türkiye'yi Batı Avrupa ülkelerine benzetip onlarla bütünleştirmeye AKP'den daha uygun bir politik aktör olduğunu ortaya koymaya çalışarak; kendi açısından gayet rasyonel bir çizgi tutturmaya çalışıyor. Baykal CHP'sinin kader birliği yaptığı, bürokrasinin 2007'den beri sürekli kan kaybeden fraksiyonu bu değişimlere bayılmasa da onların desteği zaten ceptedir. Ne yapacaklar ki başka, Osman Pamukoğlu'nun partisine mi destek verecekler?   

Ancak tutturmaya çalıştığı bu akıllıca politik hatta da CHP'nin handikapları var. Söz gelimi, daha ılımlı bir tutumun alınması zaruri olan türban konusunda partideki gerici (belki de Ergenekon bağlantılı -yanlış hatırlamıyorsam Sırrı Sakık geçen Şubat ayında Nur Serter'in Ergenekon'la ilişkili olduğunu ima etmişti) kanat Kılıçdaroğlu'na tavır koyabiliyor. Türban meselesinde Kılıçdaroğlu'nun zikzaklı tutumu ve CHP içindeki karmaşa, muhafazakâr yurttaşların tepkisini çekerek AKP'nin işine yarıyor, bu insanları AKP'ye itiyor. "O zemin", AKP'nin yüzde 100 başarılı olduğu ve olacağı zemindir.

Tüm bunların üzerine, oy almak amacıyla bedelli askerlik ya da askerlik süresinin kısalması gibi konuları da seçime doğru büsbütün gündeme sokması muhtemel olan AKP, olası bir seçim zaferinin ardından, sağcı, muhafazakâr ve otoriter bir parti olarak toplumu biçimlendirmeye devam edecektir. Bu bağlamda, yürütmeyi güçlendirmek bakımından Başkanlık sistemi de ciddi şekilde gündeme sokulacaktır. Büyük İstanbul depreminin 2 ay sonra, 8 şiddetinde olması ve 200 bin kişinin ölmesi gibi olağanüstü öngörülemezlik durumları haricinde, AKP'yi 5 Haziran 2011'de muhalefete itecek bir gelişme, şahsen öngörmüyorum. 

Gerek düzen-içi, merkez solumsu muhalefetin (CHP) gerekse düzen karşıtı muhalefetin (Kürt hareketi ve sosyalist sol) 5 Haziran 2011 sonrası dönemde tutacakları politik hat(lar) üzerinde şimdiden düşünmeye başlamalarında kendileri açısından yarar var.     

5 Ekim 2010 Salı

Ankara seyahatimden notlar bazı bazı

Burak Cop

1 Ekim Cuma sabahı Ankara'ya gittim, 3 Ekim Pazar gecesi döndüm. İş için. Prof. Sencer Ayata ile röportaj yaptım (bkz. http://bit.ly/cnEEor ve http://bit.ly/dsUCQ8 ). 

Ankara'ya gidip gelmek her İstanbullu için aynı şey değildir. Bunu zûl addeden, o meşhur deyişin ileri sürdüğü üzere dönüş yolunu gözleyen (Ankara'ya gitmenin en iyi yanı İstanbul'a dönüşse madem...) İstanbulluların sayısı çoktur. Ben onlardan değilim. Neyse efendim, konumuz bu değil. İstanbullu'nun Ankara seyahati üzerine başlı başına bir deneme yazılır. Belki başka zaman, belki. 

Ben bu yazıda, tabii yazı denebilirse, herhangi bir amaç gütmeden son seyahatime dair bazı notlarımı okurlarla (sayıları da devasa olmasa gerek ya) paylaşacağım. Buyrun. 

- Cuma günü röportajı yaptıktan sonra otele döndüm. Atatürk Bulvarı üzerinde, penceresinden Amerikan Sefareti'nin göründüğü bir odada kalıyordum. Günün geri kalanında odamdan çıkmadım. Bildiğiniz tembellik ettim. Oda servisinden bonfileli mi, biftekli mi, bir salata istedim. Kötü değildi ama yağı biraz fazlaydı. 

- Yukarıda yazdığım ilk not itibariyle daha şimdiden kendimden nefret etmiş, kendime yabancılaşmış durumdayım. Demek ki şurda şunu yaptım, bu alışveriş merkezinde bunu eyledim diye yazılar yazan layf stayl yazarcıkları gerçekten de kendilerini bilmez insanlar... Ya da arkadaş çevreleri çok kötü. Eline sağlık, güzel yazıyorsun falan diye diye bu insancıkları kamusal nefret vadisine itekliyorlar. 

- Tembelliğin suyunu çıkarma aşamasında, tabii karnım da acıktı, beslenme ihtiyacı fazlasıyla baş gösterdi ve minibar odaklı bir tıkınma şeysi yaşadım. Karnımı şu arkadaşlarla doyurdum: 250 ml midir nedir 2 şişe su, fındık, badem, Fanta ve Toblerone. Geceyarısına doğru uyku bastırınca uyudum. Yatarken sıcak bastı, sabaha karşı üşüdüm. 

- Ertesi gün öğle vakti dışarı çıktım. Çıkarkene, otelin küçük lobisinde siyahlar giyinmiş, uzun saçlı, 50'li hatta belki birkaçı 60'lı yaşlarında, allahına kadar rock'çı veya metalci, yabancı uyruklu amcalar gördüm. Bir müzik grubu gibiydiler. Yanlarına yaklaşıp "cehaletimi mazur görünüz lütfen, acaba hangi müzik grubusunuz?" (Sorry for my ignorance but which group is this?) diye sordum. 

- Bana en yakın olanı "eeh, öehh, hehe, well, what are hede hödö really..?" gibi bir şeyler mırıldanarak arkadaşlarına döndü (gülümsüyordu) ve 5-6 kişilik gruptan 2-3 kişinin 2-3 saniyelik eğlencesi oldum. İşin kötüsü neden bahsettikleri konusunda hiçbir fikrim yoktu. Nasıl bir kahrolası belaya bulaştığımın farkında değildim Jack... Jack kim yahu? 

- Otelin önünde, daha doğrusu ABD Büyükelçiliği'nin önünde bayağı bir Çevik Kuvvet polisi ve panzer neyin vardı. Belli ki yakınlarda bir yerde bir nümayiş vardı ama görüş alanımda bir tane bile gösterici yoktu. Müzik grubu olduklarından şüphelendiğim gruptan bir amca resepsiyon memuresine yaklaştı ve ne iş diye sordu. Kızcağız "demonstration for America" gibi bir şey dedi, "Rüştü yapma" dedim. Adam "for America..?" diye şaşırmadan şaşkınlık tepkisi verdi, kız "against America" diye düzeltti.  

- O akşam sevgili arkadaşım Özge beni Hacettepe Mezunlar Derneği'nde Bülent Ortaçgil konserine götürdü. Özge'nin arkadaşı Sevgi, Ortaçovski'nin ardında bateri çalan Cem'le kısa bir süre sonra evlenecek. Şu aralar hatta belediyeden gün almış olmalılar.  

- Özge'ye Hacettepe mi Haacettepe mi diye sordum. İşin içinden pek çıkamadık. Ben Arapça'daki haacet diye okunan kelimeye istinaden, Haacettepe denmesi gerektiğini ileri sürdüm. Özge pek itiraz etmedi ama "haklısın adamım, oh evet haklısın" da demedi (Orçun Kunek seni özledim). Özge'nin Sevgi haricindeki arkadaşları da (Önder söz gelimi) çok tatlı insanlardı. Önder bir de karate yapıyormuş. Ama ülkücü değil. Türkiye'de güzel şeyler de oluyor. O gece dört "şat" tekila yuvarladım.

- Son sözüm Bülent Uygun'a. Eskişehir'e gitme. N'olursa olsun, hökümat desteğiyle birinci lige çıkmış da olsa sempati duyduğum bir takımdır. Sempatimi çürütme.   

- Pardon son söz falan dedim ama bahsetmeyi unutmuşum... O grup gerçekten de müzik grubuymuş: New Model Army. Pazar öğleyin resepsiyonda Mor ve Ötesi'nden Kerem Kabadayı'ya rastladım. Evlenmiş, pii... Ondan öğrendim. Üç yıl önce Ufuk Uras'ın seçim kampanyası sırasında bir yürüyüşte tanışmıştık. Beni hatırladı sağolsun. Hatta galiba onlar mı ne organize etmiş New Model Army'nin gelişini. Nereli bunlar dedim, Yorkshire dedi. O da çek-aut yapıyordu otelden. Helalleştik ayrıldık.          

1 Ekim 2010 Cuma

MHP'nin gerici eylemini nasıl yorumlamalı?

Burak Cop
2 Ekim 2010

MHP'liler cuma namazını 900 yılı aşkın bir süredir cami olarak kullanılmayan, Selçuklu hükümdarı Alparslan'ın yanlış hatırlamıyorsam 1064 senesinde namaz kıldığı, Ermeni tarihi ve kültürünün önemli yapıtlarından Ani harabelerinde kıldı. İsteyen Allah kabul etsin diyebilir. 

14-15 yaşlarındaki problemli, kompleksli  bir ergenin tavrına sahip MHP'nin bu siyasi eyleminin ardında sanırım bir tür "bana ne ya, ben oynamıycam işte" mızıkçılığı da söz konusu. Malum, namaz şovunu yaptıkları tarih aynı zamanda TBMM'nin yeni yasama yılının ilk günüydü. Merasimli bir gün, ama MHP yok. Referandumda yaşadıkları hezimetin ardından pek de sağlıklı sayılamayacak bir sine-i millete dönme sembolik hamlesi niteliği de taşıyor bu eylem.  

Memleketin dört bir yanına devasa Türk bayrakları diken tuhaf özgüvensizliğin, düzenin en büyük üçüncü partisinde böylesine çıplak ve çarpıcı bir biçimde vücut bulması enteresan. Daha doğrusu, hüzün verici. Önde gelen "aslî sahipleri"nin (ve de zalimlerinin) arasında bulunduğu halde, MHP, bu coğrafyayı yeniden fethetmekten söz ediyor. Sebep? 95 yıl sonra Ahtamar'da (Akdamar değil!) ve gene o kadar uzun bir aradan sonra Sümela'da Hıristiyanlar ayin yaptıkları için. Senede bir gün üstelik. Sadece "senede bir gün", şarkıdaki gibi.

Dün NTV ana haber bültenine çıkan bir MHP milletvekili "Biz oraya Ani demiyoruz, o Ermenicesi. Biz Anı veya Ocaklı diyoruz" dedi. MHP'liler dilerse "Hastürk Gökbörü Otağı" da diyebilir. Burada sorulması gereken soru şu; MHP bu gerici eylemiyle ne murad ediyor? (Gerici terimini Kemalist  bir manada değil, sol terminolojideki içeriğiyle kullanıyorum)  

Referandumun propaganda sürecinde MHP AKP'ye gerici bir noktadan, şiddetli ve şovenist bir muhalefet yürüttü. Özetle, AKP'nin çakma "Açılım"ına istinaden, "bunlar vatanı bölüyor" tarzı bir muhalefet yürüttü. Ama bunun MHP'ye fayda etmediği 12 Eylül gecesi ortaya çıktı. Bir örnek; geçen seneki İl Genel Meclisi seçiminde Erzurum'da MHP'nin oyu yüzde 20'den fazlaydı. Referandumda ise hayır oylarının oranı yüzde 13'te kaldı, düşünün yani...  

Yani... MHP'nin şovenist ve gerici bir politik hattı sürdürerek toplumsal desteğini büyütme şansı yoktur. Gözleri çok kararmadıysa, fevkalade şuursuz değillerse MHP yönetiminin de bunun farkında olduğunu zannediyorum. Ancak manevra yapacak kabiliyet, kafa yapısı ve daha da önemlisi 'alan'a sahip olmadıkları için, aynı yolda yürümeye devam ediyorlar. 

Devam ediyorlar çünkü şu andaki dertleri seçmen nezdindeki desteklerini büyütmek değil, eldekini konsolide etmek, eldekini kaybetmemek. Halihazırdaki oylarını konsolide etmek istiyorlar. Belki de rasyonel davranıyorlar. Olası bir yumuşama, bu konjonktürde, AKP ve CHP'den oy kaydırır mı MHP'ye? İki büyük parti zaten uyum mesajları verip duruyor bir süredir.

Tabanlarını konsolide etme ihtiyacı ise, tahminimce, BBP'nin MHP oylarını tırtıklaması ihtimalinden kaynaklanıyor. Referandumun kazananlar cephesinde yer alan has faşist BBP, Ayasofya'da namaz kılmak gibi talepler ileri sürüyor. Bu has faşist partinin gençlik teşkilatının geçmişte Ayasofya'da korsan namaz kılma gibi eylemleri de olmuştu. 

Sözün özü, Ani'deki patetik eylem güç kazanmaya değil, eldekini korumaya yöneliktir.     

Yandaş medyadan üç manzara

Bu yazımı 7 ay önce, guncelsol.com'a koymuştum. Aslında yeniHarman dergisinin Mart sayısı için kaleme almıştım ama teknik bir talihsizlik neticesinde dergide çıkamamıştı. Güncel Sol ise o sıralarda biraz ihmal etmeye başladığımız bir siteydi (bugünse büsbütün ihmal ediyoruz). Uzun lafın kısası fazla kişiye ulaşmadı bu yazı. Blog dediğiniz arşivdir bir yerde, burada (da) dursun diye düşündüm. Sevgilerimle arz ederim.  :)    

-------------------------------

Burak Cop
1 Mart 2010
(hayırlı bir tarihin 7. yıldönümü)

Yaltaklanmanın da ötesinde…
19 Şubat 2010 Cuma günü sevgili Çalık’ın gazetesi Sabah, ‘Dünyada Mekan Konut’ diye bir ek çıkardı (Sabah’ın logosunu gözünüzün önüne getirin. Türkiye haritasının üzerinde Konut yazıyor, üst bantta da Dünyada Mekan). Sevgili TOKİ ve sevgili Tayyip Erdoğan’ın övüle övüle bir hâle sokulduğu ek, herhalde TOKİ’cilere bundan sonraki çalışmalarında esin kaynağı olacaktır (onlar bile kendilerini bu kadar övemezlerdi zira).

Şimdi hemen sözü fevkalade tarafsızca, fevkalade objektif bir gözle hazırlanan, ama sevgili Erdoğan ve canımbenim TOKİ’nin icraatlarını BBC olsa gene kaçınılmaz olarak böyle vereceği için istemeden hükümet yanlısı gibi görünen bu ekten manşet ve spotlara bırakıyoruz:
Konutta çözümün adımı Erdoğan’dan (bu sürmanşet)
1994’te temellere ilk harç atılırken Recep Tayyip Erdoğan, haklı bir gururla şöyle diyordu: “Söz verdik, sözümüzü tutuyoruz”.

Binlerce fakiri ev sahibi yaptı (Hugo Chavez’den falan bahsetmiyor canım. Fidel Castro’dan da bahsetmiyor. Bizim büyük entelektüel ve devlet adamı Başbakanımızın boydan çekilmiş resminin yanına bu kocaman başlık konulmuş)
İnsanların en büyük hayalidir başını sokabileceği bir yuvası olması. Türkiye’de bu işi kökünden halleden TOKİ, bugüne kadar tam 420 bin konut üreterek yüzleri güldürdü (bakın işte Erdoğan’dan değil, TOKİ’den bahsediyormuş).

Dönüşüm mucizesi
TOKİ’nin yürüttüğü projelere güvenen vatandaşlar, polis zoruyla bile boşaltmadıkları evlerinin bir an önce yıkılmasını istiyor. Böylece kentsel dönüşüm mucizesi başlıyor (ben de zaten bu Sulukuleliler’in arasına da aynen Tekel işçilerinin eylemindeki gibi PKK’lıların, zararlı örgütlerin karıştığından şüpheleniyordum. Yoksa koskoca Sabah yalan mı yazacak yani, normal insanlar evim yıkılsın diye sabırsızlanıyormuş işte…).

Gerçek bir şaheser: TOKİ Sevgi Evleri
Tasarım müthiş, kullanım rahat, hizmet mükemmel…… (spotu daha fazla devam ettirme gereği duymadım, yerden tasarruf için. Kısaca; bu evlerin cennetten bir köşe olduğu anlatılıyor. Buralarda SHÇEK’in koruması altındaki çocuklar kalıyormuş. Sosyal devlet olma iddiasındaki bir devletin vermesi zorunlu olan bir hizmet neden “hayırsever işadamının lütfu” makamından duyurulur bilmiyorum. Fotoğraflardan birinde bir bebeği kucağına alıp poz veren bıyıklı ve takım elbiseli bir adam da var, muhtemelen Vali Yardımcısı. Bence böyle şeylere hiç gerek yok diyeceğim de, kime diyorum…)

Aslında Sabah’ın bu ekinden makara yapılacak daha çok manşet ve spot çıkar. Ama ben 3. sayfadaki hüzünlü bir fotoğrafın bana düşündürdüklerini dile getirmek istiyorum. Bir anahtar teslim töreni, Erdoğan tabii ki orada. Ne alakası varsa Dışişleri Bakanı Davutoğlu da orada. Yaşlı bir amca, belli ki fakir, elinde bir anahtar, Erdoğan’ın omzuna başını koymuş ve sanırım ağlıyor. Erdoğan ve Davutoğlu’nda ise gevrek bir tebessüm. Şimdi, diyeceğim şu; bu AKP’nin yenilgiye uğratılması gerçekten incelikli ve güven veren bir politik alternatifin kurgulanmasını gerektiriyor çünkü bu iktidar döneminde dar gelirli yurttaşların lehine şeyler de yapıldı. “Erzak dağıtıyorlar, kömür dağıtıyorlar” muhabbetine girmeyeceğim. Daha köklü ve önemli şeyler de yapıldı. Öğrencilere bedava kitap, yoksul aile annelerine çerez parası da olsa düzenli bir para verilmesi, yeni sosyal güvenlik kanunundaki kimi olumluluklar–bunlar Ayşe Buğra’nın 2008 basımı kitabında anlatılır–, SSK’lılara sınırlı da olsa özel hastanelerden yararlanma imkânı, ve azımsanamayacak sayıda ailenin ev sahibi olmaktan ötürü Erdoğan’a muhtemelen şükran duyması… Bunlar AKP’yi neoliberal olmaktan kurtarır mı? Asla. Ama “sosyal devlet uygulamaları bir lütuf değil, haktır” diyen, önem listesinde rantı ve sermaye sınıfını değil halkı birinci sıraya koyan, ayrıntılı bir program ve vizyona sahip bir siyasi hareket AKP’yi iktidardan edebilir ancak, bu ortada… Aksi takdirde “saha ve seyirci avantajı” hep AKP’de.

Gelelim Sabah gazetesine. Biz bu ekin, gazetenin genel yayın yönetmeni, meslekten ağabeyimiz Erdal Şafak’ın dikkatinden kaçmış olduğuna inanmak istiyoruz.

İnanalım mı?

Bunu da dedilerSamanyolu TV adlı asil ve güvenilir haber kanalında biz ahmakların akıl edemeyeceği bir “bağlantı”ya, Balıkesir’deki grizu patlamasının ardından ehemmiyetle dikkat çekilmişti. Son Durum adlı haber programını sunan Asım Yıldırım, Aralık ayında Mustafakemalpaşa’daki maden göçüğünden önce İstanbul’da üç emekli kuvvet komutanının ifadeye çağrıldığını, bu seferse Balyoz tutuklamalarının akabinde Balıkesir’deki madende kaza olduğunu şeyetti. En önemli özelliğinin kül yutmamak olduğu anlaşılan Yıldırım, sözlerini şöyle nirvanaya erdirdi: “Nasıl bağdaştırırsınız ya da var mıdır bir bağlantı yoksa sadece ve sadece tevafuk diyebileceğimiz hadiseler midir bunlar, bunu da sizin izanınıza bırakıyoruz”.


Ama ne yazık ki spikerimiz lafı en tatlı yerinde kesmedi (belki de kendisi izana gelip “ne diyorum ya ben?” diye düşündü) ve sıkıntılı bir manevrayla sözlerini noktaladı: “Belki de varsa da bir bağlantı tabii komplo teorisi üretmek hiç hoş değil. Çünkü birisinde 19 kişi diğerinde 17 kişi can verdi”.

Hayatta bir şeye çok fazla odaklanmak hiç de iyi bir fikir değil, ben bunu anladım AKP yanlısı medyayı izlerken. Taraf gazetesindeki bir ekonomi yazarının “KİT’leri özelleştirmek lazım çünkü darbeciler hep bunları kamulaştırmayı savunuyor” mealli yazısından sonra, şimdi de STV’nin izan ve sağduyu sınırlarını test eden yorumuna tanık olduk. Bu arkadaşlar bizim lafımızı dinlemezler ama biz gene de kendilerine “dünyayı anahtar deliğinden yorumlamayın, saçmalarsınız” diyelim bu noktada.

Ve tabii şu da var; enformasyoncusu, dezenformasyoncusu, amigosu, destekçisi, duyurucusu ve her bir şeysi STV ve benzerleri olan bu süreçten Derin Devlet’ten kurtularak, demokrasiye kavuşarak çıkar mıyız hakikaten merak ediyorum.
 
Kendine solaçık diyen sağbekTaraf gazetesi bir alem. Zaten yeterince nefret edeni varken neden bir de yazar kadrosunu solcuyken liberal olmuş (olabilir, bu da bir haktır) ve fakat sola liberal olmadığı için kızan insanlarla, yahut kendisine verilmiş köşeyi oto-terapi amaçlı kullanan, solculardan nefret eden (eski) solcularla dolduruyor anlamıyorum. Aslında şu yazdığım cümleye şimdi baktım da komik geldi. Memlekette liberal bir hegemonya kurmak için, yıllar boyu hüküm süren Kemalist resmi tarihi ‘alternatif resmi tarih’le, bir başka deyişle sağcı resmi tarihle değiştirmek için; toplumsal bir karşılığı olmasa da entelektüel başatlığı devam eden solun hırpalanması gerekiyor herhalde.

Neyse efendim, Fenerbahçe’nin İBB’ye 2-1 yenildiği maçta solaçık oynatılan bir Deniz Barış vardır, futbolla ilgilenenler bilir. Solaçıklığı Deniz Barış’ınkine benzeyen bir başka solaçık da (İdi Amin de kendini İskoçya Kralı diye adlandırırmış çok mu…) Taraf’ta yazıyor. 28 Şubat’ın yıldönümünde protesto gösterilerine neden sadece İslamcılar katılmış da solcular katılmamış diye hayıflanan bir yazısı çıktı geçenlerde.

Yazıda, Çiller-Ağar döneminin önemli figürlerinden, eski İçişleri Bakanı, şimdi MHP’li Meral Akşener’in isminin geçtiği bir cümleyi sizinle paylaşmak istiyorum: “… başka bir generalinse ‘Git o kadına söyle (Meral Akşener’e) ileri geri konuşmasın. Gelirsek Bakanlığın önünde yağlı kazığa oturturuz’ şeklinde tehditler savurduğu o karanlık günler pek de umurunda değildi arkadaşların”.

En iyi ihtimalle Cihan Haspolatlı tipi bir sağbek olacakken kendini solaçıklığa uygun bulan (Tarafspor’da olur gerçi. Santrfor olmadığına şükredelim) dostumuzun örtülü bir sempati ve empatiyle bahsettiği insanın kim olduğuna lütfen dikkat edin: MERAL AKŞENER. Erkek milletin milliyetçi kadını, Asenası. Öcalan’a Ermeni dölü diyen Meral Akşener. Allahtan bu ülkede 90’ları hatırlayan insanlar da var…

28 Şubat’ın bir darbe olması, Akşener hakikaten sözlü bir tehdide maruz kalmışsa bile bunun “su testisinin su yolunda kırılması”ndan başka bir şey olmadığı hakikatini değiştirir mi?.. Kombi diyorum, yoğuşmalı diyorum. Çiller, Ağar, Akşener diyorum. Hatta bir de “1000 operasyon” diyorum.

Yazarın geçmişte olanları eğip bükmesi aslında çok hazin. Şöyle yazmış: “Varoluşu gereği militarizme ve darbelere karşı durması gereken solun ‘kargadan başka kuş, 12 Eylül’den başka darbe tanımam’ anlamına gelen 28 Şubat ilgisizliğini hangi mantıkla gerekçelendirebileceğimi düşünüyorum… İyi de 28 Şubat darbesinin mimarlarından olan Özkasnak bile televizyonlara çıkıp ‘yaptığımız postmodern bir darbeydi’ dedi.

Gerçekleşmiş bir darbeyle karşı karşıyayız yani. E o halde bu ne sessizliktir? Eskilerin dediği gibi, ne oldu kız mı doğdu? 28 Şubat, iktidardaki İslamcı partiyi düşürdü diye ehveni şer deyip darbelerden darbe beğendikleri aşikâr malum cephenin”.

O cephe size malum Solaçık Bey. Hangi cephe? 1997 yılında Türkiye’de sermaye sınıfı, medya, “sivil” toplum örgütleri, hatta sendikalar bile askerin karşısında hizaya geçerken, memleketin özgürlükçü solu “Ne Refahyol ne Hazırol” diye meydanlara çıkıp Neo-Kemalist hegemonyaya karşı durdu. Bu “ne… ne…” formülasyonunu beğenmeyenler var ama o günün şartlarında bunun devrimci bir tavır olduğu unutulmamalıdır. Sol, Refahyol’un yıkılıp üçlü koalisyonun kurulmasını da “Refahyol partileri gitti, Hazırol partileri geldi” diye yorumlamıştır.

Solun; içinde Susurluk’u barındıran, koalisyonun büyük ortağının Susurluk’u sahiplendiği, Bir Dakika Karanlık eylemleri için “gulu gulu dansı, mum söndü yapıyorlar” dediği ve de AKP’nin aksine su katılmamış İslamcı olduğu bir iktidarın arkasında; sizin bugün AKP’nin arkasında durduğunuz gibi durmamış olmasını eleştirmeniz ziyadesiyle absürttür efendim.

Hadi artık, yerinize… Sağ kanat taze kan ister, “yoldaşım” dediğiniz Bülent Arınç’a gollük ortalar yapın mesela.