26 Haziran 2013 Çarşamba

Tekkeyi bekleyen çorbayı içer

Burak Cop

26 Haziran 2013


2010 referandumuna kadar Türkiye’nin hâkim entelijansiyası liberaller ve sol liberallerdi.

AKP’nin organik aydınları, yani İslamcılar ve İslamcı kökenliler sivil toplumda, iktidarın hegemonyasına denk bir yeri tutacak entelektüel sermayeden yoksundu. Kısıtları, yetersizlikleri ve açmazları vardı.

Kemalist aydınlar ise entelektüel bir bunalım içindeydi. Tükenmiş ve başat yerini kaptırmış eski hegemon siyaseti yenilemekten acizdiler. Topluma ve dünyaya dair analizleri bazı sabit fikirler, hatta saplantılarla örselenmişti. Olan biteni gerçekçi şekilde açıklamakta dahi zorlanıyorlardı. Tükenmişlerdi.

İktidarın sosyoekonomik ve kurumsal alanlardaki egemenliğini siyasal alandaki egemenlikle bütünlemesine liberal ve sol liberal aydınlar katkıda bulundu. AKP’nin siyasal alandaki hâkimiyeti elbette liberallerin eseri değildi, ancak özünde laik olan fakat laiklikten bahsetmemeye çalışan, bahsederken de bunu adeta iğrenerek yapan liberaller söz konusu hâkimiyete katkıda bulundu.

AKP’nin ikinci iktidar dönemiyle beraber Atatürkçülük / laik cumhuriyetçilik Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi olmaktan çıktı. Eski resmi ideoloji ve eski resmi tarihin mahkûm edilip yerine yenilerinin konmasında liberaller ve sol liberaller iktidara büyük bir fikrî cephanelik sağladılar.

Bu kesimler Cumhuriyet, Atatürk, İttihatçılık, Türk milliyetçiliği, Kemalizm gibi konularda hâlihazırda düzen-dışı sağın tezlerinin etkisi altındaydı, ama Cumhuriyetin kurucu unsurlarının bütünlüklü eleştirisi ve mahkûm edilmesi konusunda İslamcıların tek başlarına yapamayacakları sistematizasyon da liberal çevrelerden geldi.

Liberal çevrelerin gıdasının bir kısmı hâlihazırda düzen-dışı (ve çok büyük oranda İslamcı) sağın tarih paradigmasından geliyordu. Bu çevreler söz konusu gıdayı işleyip bütünlüklü, derli toplu bir hale getirdi ve iktidara sundu. Liberaller ve sol liberaller yağı düzen-dışı sağdan aldı, şekerle unu kendileri kattı, ve hegemonik AKP iktidarının sonuna kadar faydalandığı helvayı üretti.

İslamcılar müttefik, Kemalistler ise sürekli hırpalanan kolay rakipti. Liberal ve sol liberaller ideolojik hegemonyayı inşa yolunda, toplumsal/siyasal bir gücü olmayan ama entelektüel düzlemde mevziini başarıyla koruyan sola, sosyalistlere saldırdı. Güçsüz sol paradoksal olarak en güçlü rakipti.

Bilhassa 2008-2010 yıllarında bu saldırı yoğundu. Taraf gazetesindeki kimi yazarlar bu taarruz dalgasında kumandanlar olarak yer aldı. Özellikle 2010 referandumundan önceki yaz aylarında taarruz doruğa çıktı. Türkiye devrimci hareketi tarihten bugüne gizli milliyetçi olmakla, ulusalcı olmakla, Kemalizmin uzantısı olmakla, özgürlükçü olmamakla vs. eleştirilip durdu.

Bu saldırıda tutarlı liberaller ve sol liberaller, eskiden sosyalist olup zamanla liberalleşen samimi aydınlar vardı elbet. Ancak hem liberal cenahtan, hem de bir zamanlar bir şekilde devrimci hareket içinde yer almışlar arasından son derece pespaye insanlar ve gruplar da piyasaya çıktı.

Başbakan Erdoğan 2012’nin son günlerinde ODTÜ’de devrimci öğrenciler tarafından protesto edildiğinde ve -AKP döneminde standartlaşan- polis şiddeti sonucu çok büyük olaylar çıktığında, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik protestocuları ulusalcılıkla itham etmişti. Çelik’in dimağındaki bu “bilgi”nin oluşumunda, 2007’den itibaren kafa ütülercesine “Türkiye’de sol ulusalcıdır” deyip duranların katkısı yadsınabilir mi? Acaba eserlerinden rahatsızlık duymuşlar mıdır? (Bence duymamışlardır)

Sola yönelik bu entelektüel taarruzun sebebi tekti ve basitti: Solun AKP hegemonyasına eklemlenmeyi reddetmesi.

Ve zaman pek çok defa olduğu gibi yine sosyalistleri haklı çıkardı. Türkiye solu devletin değişen iktidar yapısı, AKP’ye içkin gericilik, Türkiye’nin demokratikleşmediği, tam aksine rejimin otoriterleşeceği gibi hususlarda haklı çıktı. Olanca deterministliği, mekanikliği ve aslında kuruluğuyla liberal tezler yanlışlandılar.

Eylül 2010’dan bu yana geçen 3 yıla yakın sürenin her ayında, her haftasında, hatta her gününde referandumda evet demeyen sol (yani Türkiye solunun tamamına yakını) tahlil ve öngörülerinde haklı çıktı.

Türkiye’nin ilerici toplumsal kesiminin referandumda evet diyen yüzde 58 olduğu, hayır diyen yüzde 42’ninse değişme kapalı, statükocu ve tutucu olduğu tezleri hayat tarafından yanlışlandı. Hayatın sillesini yedi. 31 Mayıs 2013’te.

31 Mayıs’ta başlayan isyan bir halk ayaklanmasıydı. Halkın laik bölümünün ayaklanması. Devrimci Müslümanların, Antikapitalist Müslümanların daha 31 Mayıs öncesinde başlayan kıymetli dahlini asla yadsıyamayız. Ama bu isyan büyük oranda laiklerin isyanıdır. Sokaklara dökülen Kürt emekçilerinden bağımsız değerlendirmek gerekirse, Gezi eylemliliğine “temsili” olarak katılan BDP’de de sol ve ilerici unsurlar bu ayaklanmaya gönülden destek verdi. Kürt milliyetçileri kayıtsız kaldı.

Haziran 2012’deki “Laiklik neden önemlidir?” başlıklı yazımın sonunda “Toplum olarak tabandan laiklik mücadelesi vermeye pek alışık değiliz. Dolayısıyla devletin laiklikten vazgeçmesi halkımız için bir olgunlaşma, bir rüşt ispatı olanağını da beraberinde getiriyor. Bakalım bu sınavı geçebilecek miyiz?” demiştim. Şimdi mutlulukla söyleyebilirim ki, bu sınavı alnımızın akıyla geçtik.

Hepimiz biliyoruz ki bardağı taşıran son damla polisin 31 Mayıs sabahındaki vahşi saldırısıysa, bir önceki damla da hükümetin içki yasağı adımıdır.

Daha eşitlikçi ve özgür bir ülke kurma yolunda ilerici atılımın yüzde 58 içinden değil, yüzde 42 içinden geleceği ortaya çıkmıştır. Geleceği ne kelime, geldi bile.

Bugüne dek –ama isteyerek ama kerhen– genelde CHP’ye oy vermiş olan, ama çoğu kendini CHP’yle de pek özdeşleştir(e)meyen eylemciler; CHP’nin seçmen tabanını elitist, tutucu, Beyaz Türk, hali vakti yerinde, Nişantaşılı Cihangirli Çankayalı Alsancaklı vs. diye olumsuzlayarak stereotipleştiren yargıları paramparça ettiler. Cihangir ve Nişantaşı sokaklarında barikatlar kuruldu. Mühim olan CHP tabanı değil AKP tabanıdır diyen liberal ve sol liberal görüşler çürüdü gitti.

Ukalalık addetmezseniz, “Ana muhalefet partisinin toplumsal tabanı” yazımda ileri sürdüğüm “CHP tabanı, ilerici (“progressive”) bir siyaseti savunanlar için kayıtsız kalmak şöyle dursun, güç alınacak bir tabandır” görüşümün haklı çıkmasından da egoistçe bir mutluluk duyduğumu belirtmek istiyorum.

31 Mayıs’tan beri Türkiye eski Türkiye değil. Gericiliğin ve onun müttefiklerinin özellikle de AKP’nin 3. seçim zaferiyle beraber daha bir özgüvenle ilan ettikleri “Yeni Türkiye” asıl şimdi doğdu.

Bu Yeni Türkiye’nin saygın entelektüelleri, başat aydınları liberaller ve sol liberaller olmayacak. Yer yer AKP’yi eleştirmiş olabilirler, son zamanlarda git gide daha çok eleştirmiş olabilirler, gazetelerdeki köşelerini dahi kaybetmiş olabilirler, Akil İnsanlıktan istifa ettiklerini duyurmuş olabilirler, kimileri de yüzde 42’yi mütemadiyen aşağıladıktan sonra 31 Mayıs’ı müteakip mahcup mahcup Gezi Parkı’na gelip çadırlarını dikmiş olabilir…

Kusura bakmayın ama sizler Yeni Türkiye’nin en saygın aydınları arasında yer almayacaksınız.

Ama şu niyetle ama bu niyetle, diyelim ki son 5 yılda AKP’nin değirmenine su, yelkenine yel taşımış olanlar biraz geri duracak.

Ve kusura bakmayacak. Çünkü tekkeyi bekleyen çorbayı içer.  

24 Haziran 2013 Pazartesi

İnter-galaktik darbe lobisi BBC ile el ele



Burak Cop
24 Haziran 2013

Büyüyen, gelişen, git gide bir küresel güce dönüşen (ve bu yüzden komşuları ve AB ile ilişkileri kötüleşen – biz buna diplomaside ‘çekememe etkisi’ deriz) Türkiyemiz üzerinde 31 Mayıs’tan beri oyunlar oynanıyor biliyorsunuz. 

Sokaklarda bir takım insanlar var; kâh parklar kamunundur deyip bir parkta çadır kuruyorlar, kâh bir meydanda öylece duruyorlar, kâh polise karanfil uzatıyorlar. Ondan sonra da vay efendim polis neden insanların kafasını hedef alarak biber gazı mermisi atıyor, niye tazyikli suya yakıcı kimyasal katıyor, niye revire gaz bombası sallıyor… 

Bunlara en iyi cevabı 10 buçuk yıldır olduğu gibi gene Başbakan Erdoğan verdi. “Bunlar” kelimesini boşuna kullanmadım, onlar bunlardır. Yani millet değildir. Millet, AK Parti mitingine gidenlerdir. Bunları tanımlayacak en iyi sözcük ise, Başbakan’ın da söylediği gibi, “bunlar”dır. Bunlar. 

En iyi cevabı Erdoğan verdi dedik. Aslında her gün ortalama 3-4 kez veriyor. Şimdi hangi birini burada alıntılasak… Ben mesela en son bikinili cevabı beğendim. Kendisi çok tutarlı bir konuşmacı olduğu için bikininin ardından lafı Bodrum’a da getirdi, Bodrum’da yatta tatil yapan sosyalistleri eleştirdi. Sosyalistlere yapıcı eleştiriler yönelten, karşısında daha iyi bir muhalefet görmek isteyen Erdoğan, 1930’da Serbest Fırka’yı kurduran Gazi Mustafa Kemal’i anımsattı. 

Neyse, yazının konusu her iki anlamıyla da bunlar değil. Bunlar, iki kaz güdemeyen CeHaPe’nin bile sokaklara dökebildiği Twitter kullanıcıları. Ben bunlara değil, bunların ardındaki güçlere odaklanmayı öneriyorum. Tam da bu noktada Ege Kayacan’ın kaleme aldığı önemli yazıyı dikkatinize sunmak istiyorum: http://getir.net/r88w

Tabii Yiğit Bulut, N.Bengisu Karaca gibi entelektüeller de süreç boyunca zihnimizi açan analizler yaptılar ama Kayacan’ın yazısının iki önemli özelliği; ziyadesiyle derli toplu ve cesur olması. Kayacan kimsenin söylemeye cesaret edemediği gerçekleri haykırdığı yazısında “bunlar”ı sokaklara döken şeylerin ipliğini pazara çıkarıyor. Şöyle çıkarıyor:

--- Topçu Kışlası muhtemel uzaylı istilasına karşı insanlığı korumak üzere projelendirilen gizli bir savunma şeysi. 

--- İnter-galaktik darbe lobisi bu üssün inşasını engellemek için tüm kozlarını masaya (sokaklara) sürmüş durumda. Bunun da farkında olan AK Parti iktidarı, 1960’ların başında uzaylılar tarafından bacakları yenen merhum ABD Başkanı Kennedy’e atıfla “Erdoğan’ı yedirmeyiz” diye bir kampanya başlattı. (Bu kampanya “bunlar” nezdinde olmasa da millet nezdinde büyük teveccüh gördü)

--- Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın 13 Haziran tarihli Vatan gazetesinde çıkan “uzay gemisi yapmamızı engelliyorlar” sözü, işte söz konusu büyük resim mucibince verilmiş bir demeç. Kayacan’ın yazısında, duran adam eylemlerini başlatanın da insan değil bir uzaylı robotu olduğu kanıtlanıyor. Evet, şimdi büyük resim iyice belirginleşti değil mi… 

Bakan Çağlayan, Vatan muhabirine “28 Şubat ve 27 Nisan olmasaydı bugün Türkiye uzay gemisi yapardı” derken en ufak bir abartmada bulunuyorsa n’olayım. İnter-galaktik darbe lobisi evvela Türkiye’deki uzantılarını devreye soktu. Neyse ki Ergenekondu Balyozdu, AK Parti ve ona destek veren “özgürlükçü bunlar” (“bunlar”ın ılımlı kanadı) uzaylıların iç destekçilerini hezimete uğrattı.

Sıkılmadınız değil mi… Yazı asıl şimdi ivme kazanıyor. 

İç işbirlikçileri hüsrana uğratılan inter-galaktik darbe lobisi, faiz lobisini devreye soktu. Faiz lobisi, gene Dünyalı olan ama Türkiyeli olmayan işbirlikçilerden oluşmaktadır. 

Biliyorsunuz AK Parti neredeyse 11 yıldır iktidarda. Bazıları diyor ki; BDDK Başkanı’nın geçen yılki açıklamasına göre yabancıların Türk bankacılık sektöründen aldıkları pay yüzde 41, İMKB’nin de yüzde 65’i yabancılara açık. Ve bunlar hep AK Parti döneminde oldu diyorlar. 

Yani şunu demeye getiriyorlar; Türkiye ekonomisinde faaliyet gösteren finans-kapital (namı diğer faiz lobisi) AK Parti döneminde ihya oldu, neden AK Parti’ye zarar vermek istesin?

Çok özür dilerim sevgili okurlar, ama halt etmişler. Bunlar hep tarihimizi bilmemekten kaynaklanıyor. Muhteşem Yüzyıl dizisinde tarih doğru dürüst anlatılmayınca işte böyle oluyor. 

Osmanlı Devleti de 16. yüzyıldan itibaren Avrupa devletlerine kapitülasyonlar verdi, buna rağmen günü gelince o devletler Osmanlı’nın köküne kibrit suyu dökmedi mi? Faiz lobisi AK Parti iktidarında servetine servet katmıştır, çünkü AK Parti (bu parti aynı zamanda milletin temsilcisidir biliyorsunuz) düşmanım bana yakın olsun demiştir. Düşmanıma yakın olayım demiştir (alkoliklerin anlayacağı bir örnek vereyim; Ağustos 1939’daki Sovyet-Alman Paktı gibi). 

AK Parti faiz lobisini ihya etmiştir, çünkü amacı bu lobinin dikkatini dağıtarak, kendine yakın tutarak, günü gelince saldırıya geçmektir. Bildiğiniz hilal taktiği! 

AK Parti iktidarının tek hatası, hilal taktiği uyarınca saldırıya geçemeden ilk hamleyi faiz lobisinin yapmış olmasıdır. Ama Erdoğan gene de bu saldırıyı atlatacaktır. 

Türkiye güçlü bir devlettir, faiz lobisinin saldırısı altındaki bir diğer devlet olan Brezilya “bana faiz lobisi saldırıyor” diyemezken, hatta cumhurbaşkanları ezik ezik göstericilerin sözde demokratik tavrını överken; Başbakan Erdoğan ve başarılı bakanlarımızdan Egemen Bağış, Brezilya’ya da aynı illetin musallat olduğunu belirtmiş, bizden binlerce km ötedeki bu ülkenin de savunmasını üstlenmiştir. 

Faiz lobisinin masaya sürdüğü kartlardan biri de BBC’dir. Neyse ki galaksiler çapında olmasa da dünya çapında medar-ı iftiharımız olan NTV adlı HABER kanalımız, BBC Türkçe’nin Türk medyasına kara çalmak için hazırladığı programı sansür ederek vatanperverliğin gereğini yerine getirmiştir. 

“Bunlar” bir süredir NTV’nin sahibinin Erdoğan önünde eğildiği fotoğrafı sosyal medyada paylaşarak sözüm ona bir şeyler demeye getiriyorlar. Aralarında NTV’nin kapısına dayanıp “parası neyse verelim doğru dürüst habercilik yap” diyenler bile oldu. NTV bir an boş bulunup peki deseydi, o para faiz lobisinden gelecekti. NTV de böylece uzaylıların güdümüne girecekti. Allah korudu.

“Bunlar”ın şunu iyi bilmesi gerekiyor: NTV’nin sahibi Erdoğan’ın değil, milli iradenin önünde eğilmiştir. Aynı eğilme işlemini ekranda Oğuz Haksever yapmaktadır (bazılarının dediği gibi onun adı AKsever değil, Haksever’dir!). O da aslında milletin egemenliği önünde eğilmektedir. Siz Boğaz’a karşı viski içenler ne anlarsınız… Eminim adı geçen iki beyefendi Halkalı’daki TOKİ konutlarında viski içiyor, hem de en adi markadan.   

Ekranda püskürtülen BBC, saldırısını Twitter’dan sürdürdü. Ama orada da karşısına 11 harfli bir dev çıktı: Melih Gökçek. 

Lüzumsuz ve tehlikeli işlerle uğraşan bir anakent belediye başkanı imajını sırf vatan millet düşmanlarının aklını karıştırmak, onları beklemedikleri yerden vurmak için kasten ve bizzat inşa eden Gökçek, BBC çalışanı Selin Girit’in şu tweet’indeki vatana ihaneti pat diye tespit etti: 

“#Yoğurtçu forumundan bir öneri: Duran adam değil, durduran adam olalım. Ekonomiyi durduralım. Tüketmeyin. Altı ay tüketmeyin. Dinleyecekler” 

Bazı aklı evveller şimdi diyecek ki; gazeteci kimliğiyle bulunduğu bir toplantıda dile getirilen görüşü aktarmış, ne var ki bunda? Hatta bu kendi görüşü de olabilirdi, öyle olsaydı bile ne olacaktı..? 

Sorarım size; büyüyen, gelişen, kalkınan Türkiye’de ulusal medya bile gereken özveriyi gösterip “bunlar” sokağa döküldüğünde penguen belgeseli ve gurme programı yayımlarken; Türk adı, Türk kanı, Türk ismi taşıyan bir gazetecinin de haberciliği ikinci plana atması gerekmez miydi? Gerekirdi. Atmıyorsa, işin içinde bit yeniği (BBC) vardır. 

Büyüyen, gelişen, bölgesel güç olan Türkiye’de hepimize özveride bulunma sorumluluğu düşmektedir. Bunu 3 yıl önce bir işçi sendikasının genel kurulunda konuşan Enerji Bakanı Taner Yıldız güzel özetlemişti: “Bizler gelişmekte olan Türkiye olarak mutlaka yeri gelecek 16-18 saat çalışabileceğiz. Değişimi iyi idare edebilmek adına bunu mutlaka yapmak lazım”. 

İşçiler, Yıldız’ın lafını dinleyin. Dinlemezseniz, “bunlar”a uyarsanız, sonunuz genç işçiler Mehmet Ayvalıtaş ve Ethem Sarısülük gibi, öğrenci Abdullah Cömert gibi, Ankara’da bir dershanede temizlik işçisi olarak çalışırken biber gazı yüzünden kalp krizi geçirerek ölen İrfan Tuna gibi olabilir. 

“Bunlar”a uyarsanız, bu iktidar yıkılır.  
   

16 Haziran 2013 Pazar

Türkiye’de iç savaş olasılığı

Burak Cop

16 Haziran 2013


Başlığın ürkütücü olduğunun elbette farkındayım. Ancak bazı kâbus senaryolarını, korkunç olasılıkları bertaraf etmenin yolu onlar yokmuş gibi yapmak değildir. Hayatta (ve siyasette) hiçbir şey yok farz edilerek yok edilemiyor maalesef. 

Bu yazıyı yazmaya başladığım sıralarda Erdoğan’ın Kazlıçeşme mitinginin hazırlıkları yapılıyor. Yazı yayımlanana kadar ne gibi gelişmeler olur bilemiyorum. Erdoğan’ın “camilerde içtiler”den “başörtülülere saldırdılar”a kadar uzanan, dünkü Ankara mitingindeki konuşmasıyla tekrarladığı agresif söylemini terk etmesi sürpriz olacaktır. Zaten bunu yaparsa da taktik icabı yapacaktır. 

Başbakan’ın ateşle oynayan bir söylemi var ve ne yazık ki ateşle oynadığının farkında. Verdiği “mesaj”ların, “komünistler Güneş Ne Zaman Doğacak filmini gösteren sinemayı bombalamış koşun!” (1978) ya da “Dinsizler Alaattin Camii’ni bombalamış koşun!” (1980) gibi mesajlardan hiçbir farkı yok. 

İnanması güç ama Erdoğan tüm bunları kişisel iktidarını pekiştirmek ve sürdürmek için yapıyor. Yarın seçim yapılsa biliyoruz ki AKP sandıktan birinci çıkacak ama Erdoğan’ın derdi, partilerini başta tutmaya çalışmış Demirel, Ecevit, Erbakan, Özal gibi liderlerinkinden farklı. O, Parti-Devlet bütünleşmesinin çoktan tamamlandığı Türkiye’de bu ikiliye bir de üçüncü unsuru, resmen eklemeye çalışıyor: Lider. 

Şüphesiz ki 3 haftadır milyonların sokağa dökülmesi Başkanlık sistemini ve AKP anayasasını doğmadan öldürmüştür. Lakin toplumsal muhalefet, sanki polis (ve gerektiğinde jandarma) tarafından ezilmesi durumunda bunlar dirilecekmişçesine bir süre daha saldırıya uğramaya devam edecek. 

Erdoğan tamamen kendi tercihleri sonucu baş aşağı gitmeye başladı ve nasıl bir şey olacağını şu anda kestiremediğimiz bir duvara toslayana kadar ülkeyi ateşler içinde bırakmaya devam edecek. Muktedirliği sürecek, hatta güçlenecek. Ama uzak olmayan bir gelecekte büyük bir hüsrana uğrayacak. Mesele, o hüsran eşiğine varmadan ülkeyi bütünüyle kundaklamayı başarıp başaramayacağı. Yani bir iç savaşın çıkıp çıkmayacağı. 

Polis kendi yurttaşına, ödediği vergilerle maaşını almasını sağlayan yurttaşına kelimenin tam anlamıyla düşmanca saldırıyor. TOMA’lardan sıkılan suya alerjik reaksiyon yaratıcı kimyasal koymak yahut yaralılara yardım eden gönüllü doktorların ellerini arkadan plastik kelepçeyle bağlamak nasıl bir şeydir. 

Bir yandan da memleketin anlı şanlı haber kanalları değişen derecelerde iktidarın önünde secde etmiş, dışarısı yıkılırken ekranlara Fatma Şahin, Bekir Bozdağ, Yiğit Bulut gibi isimler çıkartıp non-stop devlet propagandası yapıyor (pazar günü öğleden sonra itibariyle bir kesit). Bu kanalların Saddam dönemindeki Irak televizyonu ile aralarındaki fark git gide azalıyor. 

11 yıllık AKP iktidarının 10 yılında biri Erdoğan’ı diktatörlükle suçlasa herhalde pek az kişiden samimi bir onay alırdı. Gelgelelim 2007’den itibaren istikrarlı biçimde otoriterleşen bir rejimle karşı karşıyayız. İleri ve geri gidişler olmuyor. Yalnızca otoriterleşmenin hızı değişiyor. Ama o mengene sürekli sıkıştırılıyor. 

Bir ülkede seçimler yapılması, bir takım muhalefet partilerinin varlığı, o ülkenin bir diktatör tarafından yönetilmediği anlamına gelmeyebilir. Mısır’da 2005 yılındaki seçimlerde Müslüman Kardeşler milletvekilliklerinin yüzde 20’sini kazandı. Ama o zaman da, ondan önce de, ondan sonra da Mübarek’in diktatör olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktu.

Erdoğan, kendi bekası için Türkiye’nin milliyetçi-muhafazakâr çoğunluğunu kendi askeri haline getirmek istiyor. Dileğim, AKP seçmenlerinin kendilerini sürü gibi, asker gibi gören bu liderin arkasından gitmemesidir. 

Türkiye’nin “Yugoslavyalaşması” için Erdoğan’ın MHP tabanına da ihtiyacı var. Ankara mitinginde MHP bayrağı açılması bu yöndeki arzunun veciz bir simgesiydi. MHP yöneticileri haklı olarak buna tepki gösterdi. Bilemiyorum, belki 3 haftadır tuttukları kokmaz bulaşmaz tavrı bu vesileyle gözden geçirirler. 

Hayat her zaman değil ama bazen taraf olmayanı bertaraf ediyor, MHP yönetimi üç haftadır ortada top çevirirken cepheleştirici Erdoğan ülkücülere göz dikmiş durumda ve belki kısmen de olsa başarılı olacak. Beklentisi makul görülebilir; 3 yıl önceki referandum MHP tabanının AKP’ye kaymaya ne kadar meyilli olduğunu ortaya koymuştu. 

Türkiye’nin olası bir iç savaşa giden uzun, ince ve sancılı yolda tehlikeli bir mesafe kat edip etmeyeceğini belirleyecek 3 faktör var: Erdoğan’a kendi partisi içinden bir isyan bayrağı açılıp açılmayacağı, Cemaat’in tutumu ve ABD faktörü. 

Aslında bu 3 faktör birbiriyle de sıkı sıkıya bağlı. Taraf gibi birkaç gazetenin önümüzdeki günlerde yapacağı yayını izlemek bir fikir verebilir. Bir takım bilgi, belge ve ses-görüntü kayıtlarının havada uçuştuğu günler yaşayabiliriz. 

ABD cephesine bakıldığında ise, Suriye’de rejim güçlerinin muhaliflere üstünlük sağlamasının ve Hizbullah’ın iç savaşa dahlinin, Washington yönetimini Ankara yönetimine yakınlaştıracağını öngörmek mümkün. Ancak bu gene de ABD’nin bir noktada Erdoğan’ı iç siyasette frene bastırtmayacağı manasına gelmez. 

Aslında bu çözümleme ve projeksiyon çabalarının hiçbir önemi yok. Çünkü örgütlü, en azından ortak hareket eden bir halktan büyük güç yok. Diğer her şey talidir. Erdoğan ve adamları da bu yüzden 31 Mayıs’tan beri korku içindeler ve her türlü faulü yapıyorlar. 

Sebat etmeli.

4 Haziran 2013 Salı

Taksim Komünü



Burak Cop

4 Haziran 2013

Başından beri bu ayaklanmanın içerisindeyim. Diyelim ki bindik; on bin olduk, yüz bin olduk, şimdi tüm Türkiye’de milyonlarız. 

İki paralel hayat sürüyoruz. Gündüz işe gidiyoruz, gece Taksim merkezli isyan bölgesine gidip kâh o barikatta kâh bu barikatta polis şiddetinin karşısına dikiliyoruz. Özgürlük havasını solumanın ayrıcalığını sökerek aldık, ama standart yaşantımızdaki manasıyla “vaktimizi” kaybettik. Her gün en az 3 yazı yazacak kadar gözlem biriktiriyorum. Her gün en az 3 yazı yazacak kadar gelişme oluyor. Ama buna ne vakit ne de mecal kalıyor. 

Sakın yanlış anlaşılmasın, hiç ama hiç şikâyetçi değilim. İnsan bu istisnai güzellik hiç bitmesin istiyor. 

Umarım mümkün olur da yaşam tempomuz “normale” döndüğünde (maalesef eninde sonunda olacak bu) bu tarihi günleri kitaplaştırırım. 

Ben tarafsız değilim, bu yazıyı tarafsız yazamam. Ama paylaşacağım gözlemlerin, gerçekliği yansıtacağından, hiçbir şeyi eğip bükmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Taraflı ama objektif olmaya gayret edeceğim. Bu yazılanları “içeriden” birinin isyana dair aktarımları olarak okuyunuz. 

Yazıya Taksim Komünü başlığını atmam romantizmden veya öykünmecilikten değil. Şu anda Gezi Parkı, Taksim Meydanı, Gümüşsuyu ve büyük oranda İstiklal Caddesi fena halde 1871 Paris Komünü’nü anımsatıyor. Anımsatıyor sözcüğünün altını çiziyorum. Ortada bir komün yok. Komüne benziyor demek de abartı olur. Ama anımsatıyor. Ve böyle devam ederse(k) önce benzeyecek, sonra bizatihi o olacak. 

İnönü Stadı, Divan Oteli ve İstiklal Caddesi’nin orta kesimleri ile sınırlanan bölgede şu anda devlet yok. Polis hiç yok. Bir devlet düzeninin yokluğu bağlamında, anarşizan bir ortam var (bu negatif veya pozitif değil, nötr bir tanımlama). Fakat zannetmeyin ki bu beraberinde güvensizliği getiriyor. Hayır, hiç de güvensiz bir ortam yok. Yani “normal zamanlarda” geceyarısından sonra belli saatlerde (sabahın üçü dördü gibi) oralarda yürümek bana daha ürkütücü gelir. Bu seferse havada tekinsizlik kokusu yok. İster inanın ister inanmayın özgürlük kokusu var. 

Bu ayaklanma Türkiye tarihindeki kapsam, katılım ve süre bağlamında en büyük halk ayaklanması. Kendiliğindenliği ve kitlenin kararlılığı bakımından biraz 15-16 Haziran’a benziyor. Özellikle de 31 Mayıs Cuma akşamından ertesi sabaha kadarki ortam, Şişli’den Gezi’ye kadarki (ve Nişantaşı, Teşvikiye, Beşiktaş’ı da kapsayan) geniş bölgeyi dolduran halk yığınlarının yarattığı ortam tam bir 15-16 Haziran görünümü teşkil ediyordu. 

Bu ayaklanma görünümü ertesi gün de devam etti. 2 Haziran Pazar’dan itibaren Taksim merkezli isyan alanı ben diyeyim özgürleştirilmiş bölgeye, başkası desin kurtarılmış bölgeye dönüştü. Ayaklanma ortamı ise sönümlendi. Onun yerini, tüm yurttaki sürekli ve süreli gösteriler aldı. Süreli dediğim, sabah-öğle arasında pek vukuat olmaması, öğle-akşam arasında az vukuat olması, akşamdan itibarense yığınların sokaklara dökülmesi manasında.

Yaşamakta olduğumuz halk hareketi bir yanıyla da 68 Baharı’na benziyor. Gençler ön planda. Başı gençler çekiyor. Ancak çoluk çocuktan bahsetmiyoruz. Bu insanlar ağırlıklı olarak 20’li ve erken 30’lu yaşlarındalar. Çoğu üniversite mezunu ya da öğrencisi. Yani kariyerlerinin başındaki beyaz yakalı emekçilerden ve birkaç yıl sonra beyaz yakalı emekçiler sınıfına/katmanına (hangisini diyeceğimi bilemedim) katılacak öğrencilerden söz ediyoruz.

İsyanın esprili dili de buradan kaynaklı. Sosyal medyada yazılanlar, duvar yazıları, isyancıların hükümet ve destekçileriyle (ve bazen kendileriyle de) tatlı tatlı dalga geçmesi; hep bundan kaynaklı.

Ama lütfen yanlış anlaşılmasın, sınıfsal ve siyasal olarak olağanüstü heterojen bir halk yığını sokaklarda. Yukarıda yazdıklarım, olayların bu noktaya gelmesini sağlayanlar. Ancak hem “komün” bölgesinde, hem de yurt genelinde yapılan gösterilerde işsizler, varoşlardan gelenler, vasıfsız ve az vasıflı emekçiler, küçük burjuvaziden diyebileceklerimiz, hatta hali vakti yerinde olanlar da fazlasıyla yer alıyor.

Şimdi hem komünvari, hem de 68vari ortama dair birkaç gözlem daha paylaşacağım. İsyan bölgesinde şu anda devlet otoritesi yok dedik. Ama kaos da yok. Bölge, kendi karar alma ve uygulama mekanizmalarını oluşturmaya başlamış halde. 

Ortak komiteler anlamında, yani tartışma, karar alma ve uygulama konusunda henüz yeterince ete kemiğe bürünmüş bir örgütlenme, yapılanma yok. Ancak şunlar var; ilk yardım ve ikmal merkezleri oluşmuş durumda. Beyaz önlüklü doktorlar cepheden cepheye koşuyor (cepheden kasıt, isyan bölgesinin sınırlarını teşkil eden barikatlar). Çatışma (daha doğrusu gaz yeme) bölgelerine yaklaştıkça ellerinde anti-asit ve su karışımı solüsyonlarla, gaz yiyip dönenlere müdahale eden ekipler var. 

Bunların yanı sıra, isyancılar bölgenin temizliğine çok dikkat ediyor. Sürekli eli çöp poşetli gönüllüler ortalıkta dolaşıyor. Bu, devletçi medyanın “bakın çevre dediler, ortalığı batırdılar” propagandasına mani olmaktan çok; ortak alana, kamusal alana sahip çıkma tavrından kaynaklanıyor.

Kızlar çok aktif. Erkeklerden asla ve asla aşağıda kalmayacak bir şekilde, çatışma (gaz yeme) bölgeleri de dâhil olmak üzere, canla başla mücadele ediyorlar. İsyanın ilk günlerinde barikatlar kurulurken, pek çok kişinin Nişantaşı şusu, Cihangir busu diye niteleyeceği tipolojideki genç kadınların ellerindeki hurda vesaireyi barikatlara taşıdığına tanık oldum. 

Ortalıkta zaman zaman acıkanlara kumanya dağıtan insanlar dolaşıyor. Müthiş bir dayanışma ve ortak iş yapma kültürü gelişmiş durumda. İnsanlar tanımadıkları isyan yoldaşları için her türlü fedakârlığı yapıyor. Buna evinde yatırmak da dâhil. 

Taksim Meydanı’ndaki özgürlük havasını anlatabilmeme imkân yok. Meydanda daha ziyade siyasi yapılar var. 24 saat miting alanı gibi. 24 saat konuşmalar, müzik yayını, halay çekmeler, farklı gruplar arasında arada bir çıkan ama hemen yatıştırılan gerginlikler… Tam bir daimi miting alanı. On yılların acısını çıkarıyoruz. 

Biraz abartma riskini de göze alarak diyebilirim ki, eğer bu ortam sürer ve ortak karar alma ve uygulama pratikleri de gelişirse, Türkiye devrimci hareketinde Fatsa’dan sonra ikinci bir komün deneyimimiz olacak. 

Hükümeti istifa ettirmeyi başarır mıyız bilmiyorum. Ama bu halk kitlesi artık öyle ayyaşlar, ahlaksızlar, milletin değerlerine uzak bilmemneler (her ne ise bu milletin değerleri denen karın ağrısı…), elitler, beyaz Türkler, marjinaller, çapulcular vs. vs. diye aşağılayarak siyaset sahnesinin dışına itebileceğiniz bir kitle değildir. 

Bu kitle aynen 15-16 Haziran’daki işçi sınıfı gibi rüştünü ispat etmiştir. Masada biz de varız, bizi de kaale alacaksınız, bize saygı göstereceksiniz. 

Yapmazsanız, siz kaybedersiniz. Daha doğrusu kaybetmeye devam edersiniz.