akp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2010 Pazar

Saçmalığa karşı saçmalık

Burak Cop
12 Aralık 2010

Çanakkale'deki bir panelde Roni Margulies'in saldırıya uğraması içimi cız ettirdi. İnternette karşıma çıkan fotoğrafların birinde Margulies, eli ve bileğine mavi boya bulaşmış hâlde konuşmasını yapmaktaydı. Saldırıya rağmen panel, programda öngörüldüğü gibi sürdürülüp noktalanmış. Bu olmuş hiç olmazsa... 

Margulies'e saldırıyı gerçekleştirenler Gençlik Muhalefeti (bir nevi ÖDP'nin gençlik örgütlenmesi) ve Öğrenci Kolektifleri'nden. Bu sonuncusu, Mülkiye'deki Burhan Kuzu'yu yumurtalama eylemiyle bir anda ülke çapında tanınırlığa kavuştu. Mülkiye'deki eylemleri ne kadar meşru idiyse, bu son yaptıkları da o denli, hadi en hafif tabirle söyleyelim, "anlamsız"dı. 

Margulies ilk defa boya yemedi. Bu iş başına ilkin Beyoğlu'nda ailesiyle yemek yerken gelmişti. Müsebbipler, ÖDP'li gençlerdi. Söz konusu olan bir siyasi etkinlik falan da değildi, nevi şahsına münhasır şair/yazar, ailesiyle yemek yiyordu. Lafı dolandırmadan söylemek gerekirse saçma sapan, çirkin bir eylemdi. Olayı daha sonra ÖDP Genel Başkanı Alper Taş kınamış, ancak enteresandır, partideki gençlerin liderlerinden biri pozisyonundaki arkadaş eylemi sahiplenmişti.  

Margulies neden bu tepkileri çekti, çekiyor? Bu konuda uzun ve apayrı bir yazı yazılır. Açık konuşmak gerekirse ben de Roni Ağabey'in siyaseten durduğu yeri hiç ama hiç benimsemiyorum. Fikir beyan etme ve tartışma düzleminde, onun önemli figürlerinden biri olduğu DSİP adlı geniş arkadaş çevresinin yaptıklarına ettiklerine tepkimi gösteriyorum. "Türk tipi liberalizm" ve salt kimlik siyaseti batağına boylu boyunca batmış bu grubun, hacmi itibariyle, ciddiye alınır bir tarafı yok. Ama içinden geçtiğimiz dönemde liberal/muhafazakâr kamp tarafından seve seve kullanılıyorlar ve, teşbihte hata olmaz, karşı cepheden bizim cepheye bizim dilimizle 24 saat propaganda yayını yapan bir hoparlör gibiler. Sel çekilip kum kaldığında, yani olur a günün birinde müttefikleri konumundaki AKP iktidardan giderse, bu çevre önemsiz bir dipnot olma raddesine gerileyecek. Ama o güne kadar, "söyledikleriyle" mücadele etmek maalesef lazım... 

Her neyse, kendini DSİP diye adlandıran çevrenin genel manada "olayı" bu. İşin bir de hususi olarak Roni Abi'ye ilişkin boyutu var. Roni Margulies, "Türk tipi liberaller"le İslamcıların ortaklık projesi görünümündeki bir gazetede yazıyor. Provokatif yazıyor, hakaretamiz yazıyor, saygısızca yazıyor, Türkiye devrimci hareketinin geçmişini aşağılıyor, olan bitenleri çarpıtıyor, basitleştiriyor, basit mantıkla örülü sığ yazılar yazıyor vs vs... Tüm bunlar Margulies'in ekstra tepki çekmesine sebep oluyor. 

Peki Margulies başına gelenleri hak ediyor mu? Kocaman bir hayır.  

En basitinden, kendisine saldırılmasının esasen, "kolun uzanabildiği" bir insanın hedef alınması niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Burhan Kuzu'ya yumurtalar atılması istisnai bir güzel eylemdi. Ama onun haricinde, Margulies'e (bugüne kadar toplamda 3 kez sanırım) boyalı yumurtalı saldırılar düzenleyen arkadaşları bir AKP'nin, bir ülkücülerin, bir ulusalcıların, bir CHP'nin toplantısında aynısını yaparken görebilir miyiz? Hiç gördük mü? Elbette görmedik ve görmemize de gerek yoktur zaten. Kitlelere devrimci fikirleri aşılamanın muhakkak ki daha akıllıca pek çok yolu vardır. Zaten adı geçen ortamlarda bu tür bir eylemde bulunmanız eşek sudan gelinceye kadar dövülmenize de yol açar. Gerçekten hiç gerek yok.  

Ama Roni Abi'ye saldırılıyor işte. Çünkü ona içimizden çıkan hain muamelesi yapılıyor, kol ona ulaşıyor, "vay sen bizim mahalleden olup da nasıl böyle karşı mahalleyle fingirdeşirsin?" tarzı bir yaklaşıma hedef oluyor. Yahu, tanrı aşkına, bu memlekette Roni Margulies'e gelene kadar bir devrimcinin boya dökeceği en az 60-70 bin insan yok mudur? Dökemediklerine dökmeyip, her seferinde (bildiğim, en az 3 kez) dökebildiğine boyayı boca etmek bana pek öyle mertçe de gelmiyor, kimse kusura bakmasın.  

Bu son saldırının absürdlüğünü katmerleyen şey ise, etkinliğin İnsan Hakları Derneği tarafından düzenlenmiş olması, ve konunun 'barış' olması idi. Hani 'son 3 yıldır Türkiye ne güzel demokratikleşiyor di mi' konulu bir panel olsa, gene anlayacağım... Böyle saçma şey olur mu? Adamı barış panelinde yakaladık, hadi orda boya dökelim. E umumi tuvalette rastlarsan orda da dök bari. Hatta hazırlıksız yakalanırsan, elinde boya yoksa, dön ona çişini yap falan... 

Her neyse, uzun lafın kısası Roni Ağabey'e geçmiş olsun demek istiyorum.  

Peki meselenin karşı-saçmalık boyutu ne? Olayın DSİP adlı 50 ila 100 kişilik arkadaş çevresi tarafından takdimi... Tek kelimeyle sahtekârlık. Polemik namusu, tartışma namusu diye bir şey vardır. Karşınızdakini sırf zor durumda bırakmak ya da mahkûm etmek için onun görüşlerini, eyleminin saikini çarpıtamazsınız. Çarpıtırsanız ahlaksızlık etmiş olursunuz.  

Bu çevre, yapılan gayrı meşru saldırıyı ırkçıların çok-kültürlülüğe saldırısı olarak yansıttı. İnternet sitelerinde okuyoruz ki, eylemcilerden biri "burada barıştan söz edemezsiniz" demiş. Kulağa çok faşizan geliyor değil mi? Verilmek istenen hava bu. Ancak farklı bir kaynaktan bakın ne okuyorsunuz: 

"Burada barıştan söz edemezsiniz. Demokrasi maskesi altında, her fırsatta savunuculuğunu yaptığınız AKP'nin demokrasi anlayışını biz gayet iyi biliyoruz. Geçen hafta, İstanbul'da arkadaşlarımızın yediği dayaktır. Arkadaşlarımızın kafasına inen coptur"

Sadece ilk cümleyi verince Papa'nın New York'ta genelev sormasına benzemiyor mu? 

Bu çevre hiç utanmadan sıkılmadan, yapılan saldırıyı çok-kültürlülüğe, azınlıklara, barışa karşı ulusalcı sosyalistlerin (o da neyin nesiyse) ırkçı bir eylemi olarak resmediyor. Saldırganların (maalesef) üyesi olduğu ÖDP ise Yunanistan'daki sol parti Sinaspismos'u kardeş bellemiş, Türk-Yunan sınırında silahlanmaya karşı ortak bildiri okumuş falan... ÖDP Genel Başkanı her Hrant duruşmasında Beşiktaş Meydanı'ndaki yerini alırmış... Bunların hiçbir önemi yok. Ya kötü niyetten, ya da 6 yaşındaki bir çocuğa mı yorumlatıyorlar olayı nedir, böyle bir goygoyculuk...   

Bu karşılıklı saçmalıklardan sosyalist solun zarar gördüğü ve ne yazık ki görmeye devam edeceği açık.    

8 Ekim 2010 Cuma

Rüzgâr AKP'nin arkasından esiyor

Burak Cop

Ekim ayının sekizinci günü itibariyle egemen siyasetin (nam-ı diğer burjuva siyasetinin) en güçlü ve avantajlı partisi olarak AKP görünüyor. Başbakan Erdoğan'ın referandum minderine davet ettiği ve bu davete icabet eden Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, 'AKP'ye evet mi hayır mı?' plebisitine dönüşen karşılaşmadan net bir mağlubiyetle ayrıldılar (bilhassa Bahçeli) ve böylece AKP'ye can kattılar. Ancak AKP'nin avantajı meselesi tabii ki bundan ibaret değil.

Geçen yılki yerel seçimlerin parçası olan il genel meclisi seçimlerinde AKP'nin oyları yurt çapında yüzde 39'un altına düşmüştü. Erdoğan'ın teğet geçtiğini öne sürdüğü küresel ekonomik kriz halkı vuruyordu ve iktidardaki parti de aslen bundan ötürü kan kaybetti. 2009 yılında Türkiye'de ekonomik büyüme oranı yüzde -4.7 idi ve işsizlik sorunu ağırlaştı. Keza, 2008'le karşılaştırıldığında GSYH'de dolar bazında yüzde 16.9'luk bir gerileme vardı. 

Şimdiyse ekonomik göstergeler hangi fraksiyona mensup olursa olsun büyük burjuvazinin yüzünü güldüren cinsten. Tabii iktidarda kendi temsilcilerinin bulunması itibariyle Anadolu sermayesi (Batı Anadolu hariç) bu durumdan ekstra hoşnut olmalı. Çünkü bu işin meyvesini AKP yiyecek.

Türkiye'de sanayi üretimi Ağustos ayında, "piyasa beklentileri"nin ötesinde bir gelişmeyle, yüzde 11'lik bir artış kaydetti (söz gelimi CNBC-e anketinde yüzde 7.4'lük bir artış bekleniyordu). Evet Türkiye'de, hani bunu söylemeye bile gerek yok ya, neo-liberal kapitalizmin sömürü mekanizması tüm "etkinliğiyle" devam ediyor. Yoksullara yardım, öğrenciye bedava kitap, sosyal güvenlik sisteminin standardize edilmesi ve ilaç fiyatlarının düşmesi gibi az sayıdaki "sosyal devletimsi" icraat dışında, AKP iktidarında piyasacı politikalar tüm hoyratlığıyla sürüyor (kendinden öncekilerde olduğu gibi). Ancak şu da bir gerçek ki, ekonomide büyüme olunca, göstergeler iyiye gidince, emekçi sınıflar bu gelişmelerin kırıntılarından dahi olsa nasipleniyor. Hele bir de istihdam artışı söz konusu ise, işsizlikte göreli de olsa, az da olsa bir iyileşme olursa, halkta iktidara karşı genelde olumlu bir bakış mevzubahis oluyor. Tabii bunun tersi de doğru, 2009'da olduğu gibi. 

Bu genel manzara AKP'nin işini kolaylaştırmakta, düzen-içi ve düzen karşıtı siyasal muhalefetinkini ise zorlaştırmaktadır. Ekonomideki "olumlu" görüntünün bir diğer çarpıcı yansıması da inşaat sektöründeki, acayiplik düzeyinde seyreden canlılık. Televizyonlar ve gazeteler konut reklamlarından geçilmiyor, TOKİ almış başını gidiyor. İnşaat sektöründeki canlılık aynı zamanda pek çok bağlantılı sektörü de canlandırır. AKP iktidarının (Erdoğan'ın diye de okuyabilirsiniz) İstanbul'da üçüncü köprüyü inşa etme ve hatta kendini kaybedip bir kanal açarak ikinci bir boğaz oluşturma projeleri, rant yaratma iştahı ve müteşebbislik özgüveni açısından gerçekten dikkate değer. O büyük rantın kırıntılarından emekçiler de yararlanacak. 

Çalıştığım medya kuruluşu için röportaj yaptığım Prof. Sencer Ayata'nın şu sözlerini, yukarıda değindiklerimi destekleyen bir unsur olarak okurlarla paylaşmak isterim: "(Ekonomik) büyüme süreçleri birkaç yılı aşarsa, o büyümenin kırıntıları, nimetleri topluma büyük ölçüde yayılır. Eşitsiz dağılır ama toplumun yaygın kesimleri uzun dönemli büyümeden yarar görebilir. AKP iktidarında sadece çok küçük bir kesimin değil, başka kesimlerin durumunda da iyileşme oldu. Ancak kriz bunu önemli ölçüde tersine çeviriyordu. Önümüzdeki dönemde ise, ben de şu anda bir tahmin yapamıyorum, tekrar büyüme başlarsa kriz öncesine benzeyen bir iyileşme sağlanabilir. Ama ... bu zenginlik artışından yararlanmada eşitsiz bir dağılım söz konusu. Bu süreç içerisinde Türkiye sosyal adaleti geliştirme bakımından ileriye adım atamadı".  

Sencer Hoca'nın işaret ettiği gibi, Türkiye ekonomisinde kriz öncesi döneme benzeyen bir göreli refah artışı dönemine girmiş gibi görünüyoruz (göreli kelimesinin altını çiziyorum). Türkiye'de artan zenginlik, geçtim toplumun genelini, belki orta-üst sınıflara bile dengeli dağılmıyor. Ama kırıntılardan nasiplenme mevzuu (ki bu kırıntılar bazen çok küçük de olmayabilir), emekçi sınıfının oy verme davranışlarında mutlaka etkili olacaktır. 

Mevcut koşullar altında CHP; AB'ye "size asıl iyi partner biz oluruz" mesajları vererek, biraz sosyal demokratlaşıp halktan daha fazla oy almayı amaçlayarak, özgürlük ve demokrasi temalarını ön plana çıkarıp Erdoğan'ın örtük/açık tehditlerinden huzursuz olan İstanbul sermayesinin desteğini almayı hesaplayarak (bu temaların ön plana çıkarılması ve AB'ye yönelik sıcak mesajlar, AB'yle bütünleşmeden fevkalade çıkarı olan bu sermaye fraksiyonunun ayrıca hoşuna gidecektir), kısaca iktisadi altyapısı ve toplumsal-politik-hukuki üstyapısıyla Türkiye'yi Batı Avrupa ülkelerine benzetip onlarla bütünleştirmeye AKP'den daha uygun bir politik aktör olduğunu ortaya koymaya çalışarak; kendi açısından gayet rasyonel bir çizgi tutturmaya çalışıyor. Baykal CHP'sinin kader birliği yaptığı, bürokrasinin 2007'den beri sürekli kan kaybeden fraksiyonu bu değişimlere bayılmasa da onların desteği zaten ceptedir. Ne yapacaklar ki başka, Osman Pamukoğlu'nun partisine mi destek verecekler?   

Ancak tutturmaya çalıştığı bu akıllıca politik hatta da CHP'nin handikapları var. Söz gelimi, daha ılımlı bir tutumun alınması zaruri olan türban konusunda partideki gerici (belki de Ergenekon bağlantılı -yanlış hatırlamıyorsam Sırrı Sakık geçen Şubat ayında Nur Serter'in Ergenekon'la ilişkili olduğunu ima etmişti) kanat Kılıçdaroğlu'na tavır koyabiliyor. Türban meselesinde Kılıçdaroğlu'nun zikzaklı tutumu ve CHP içindeki karmaşa, muhafazakâr yurttaşların tepkisini çekerek AKP'nin işine yarıyor, bu insanları AKP'ye itiyor. "O zemin", AKP'nin yüzde 100 başarılı olduğu ve olacağı zemindir.

Tüm bunların üzerine, oy almak amacıyla bedelli askerlik ya da askerlik süresinin kısalması gibi konuları da seçime doğru büsbütün gündeme sokması muhtemel olan AKP, olası bir seçim zaferinin ardından, sağcı, muhafazakâr ve otoriter bir parti olarak toplumu biçimlendirmeye devam edecektir. Bu bağlamda, yürütmeyi güçlendirmek bakımından Başkanlık sistemi de ciddi şekilde gündeme sokulacaktır. Büyük İstanbul depreminin 2 ay sonra, 8 şiddetinde olması ve 200 bin kişinin ölmesi gibi olağanüstü öngörülemezlik durumları haricinde, AKP'yi 5 Haziran 2011'de muhalefete itecek bir gelişme, şahsen öngörmüyorum. 

Gerek düzen-içi, merkez solumsu muhalefetin (CHP) gerekse düzen karşıtı muhalefetin (Kürt hareketi ve sosyalist sol) 5 Haziran 2011 sonrası dönemde tutacakları politik hat(lar) üzerinde şimdiden düşünmeye başlamalarında kendileri açısından yarar var.     

1 Ekim 2010 Cuma

Yandaş medyadan üç manzara

Bu yazımı 7 ay önce, guncelsol.com'a koymuştum. Aslında yeniHarman dergisinin Mart sayısı için kaleme almıştım ama teknik bir talihsizlik neticesinde dergide çıkamamıştı. Güncel Sol ise o sıralarda biraz ihmal etmeye başladığımız bir siteydi (bugünse büsbütün ihmal ediyoruz). Uzun lafın kısası fazla kişiye ulaşmadı bu yazı. Blog dediğiniz arşivdir bir yerde, burada (da) dursun diye düşündüm. Sevgilerimle arz ederim.  :)    

-------------------------------

Burak Cop
1 Mart 2010
(hayırlı bir tarihin 7. yıldönümü)

Yaltaklanmanın da ötesinde…
19 Şubat 2010 Cuma günü sevgili Çalık’ın gazetesi Sabah, ‘Dünyada Mekan Konut’ diye bir ek çıkardı (Sabah’ın logosunu gözünüzün önüne getirin. Türkiye haritasının üzerinde Konut yazıyor, üst bantta da Dünyada Mekan). Sevgili TOKİ ve sevgili Tayyip Erdoğan’ın övüle övüle bir hâle sokulduğu ek, herhalde TOKİ’cilere bundan sonraki çalışmalarında esin kaynağı olacaktır (onlar bile kendilerini bu kadar övemezlerdi zira).

Şimdi hemen sözü fevkalade tarafsızca, fevkalade objektif bir gözle hazırlanan, ama sevgili Erdoğan ve canımbenim TOKİ’nin icraatlarını BBC olsa gene kaçınılmaz olarak böyle vereceği için istemeden hükümet yanlısı gibi görünen bu ekten manşet ve spotlara bırakıyoruz:
Konutta çözümün adımı Erdoğan’dan (bu sürmanşet)
1994’te temellere ilk harç atılırken Recep Tayyip Erdoğan, haklı bir gururla şöyle diyordu: “Söz verdik, sözümüzü tutuyoruz”.

Binlerce fakiri ev sahibi yaptı (Hugo Chavez’den falan bahsetmiyor canım. Fidel Castro’dan da bahsetmiyor. Bizim büyük entelektüel ve devlet adamı Başbakanımızın boydan çekilmiş resminin yanına bu kocaman başlık konulmuş)
İnsanların en büyük hayalidir başını sokabileceği bir yuvası olması. Türkiye’de bu işi kökünden halleden TOKİ, bugüne kadar tam 420 bin konut üreterek yüzleri güldürdü (bakın işte Erdoğan’dan değil, TOKİ’den bahsediyormuş).

Dönüşüm mucizesi
TOKİ’nin yürüttüğü projelere güvenen vatandaşlar, polis zoruyla bile boşaltmadıkları evlerinin bir an önce yıkılmasını istiyor. Böylece kentsel dönüşüm mucizesi başlıyor (ben de zaten bu Sulukuleliler’in arasına da aynen Tekel işçilerinin eylemindeki gibi PKK’lıların, zararlı örgütlerin karıştığından şüpheleniyordum. Yoksa koskoca Sabah yalan mı yazacak yani, normal insanlar evim yıkılsın diye sabırsızlanıyormuş işte…).

Gerçek bir şaheser: TOKİ Sevgi Evleri
Tasarım müthiş, kullanım rahat, hizmet mükemmel…… (spotu daha fazla devam ettirme gereği duymadım, yerden tasarruf için. Kısaca; bu evlerin cennetten bir köşe olduğu anlatılıyor. Buralarda SHÇEK’in koruması altındaki çocuklar kalıyormuş. Sosyal devlet olma iddiasındaki bir devletin vermesi zorunlu olan bir hizmet neden “hayırsever işadamının lütfu” makamından duyurulur bilmiyorum. Fotoğraflardan birinde bir bebeği kucağına alıp poz veren bıyıklı ve takım elbiseli bir adam da var, muhtemelen Vali Yardımcısı. Bence böyle şeylere hiç gerek yok diyeceğim de, kime diyorum…)

Aslında Sabah’ın bu ekinden makara yapılacak daha çok manşet ve spot çıkar. Ama ben 3. sayfadaki hüzünlü bir fotoğrafın bana düşündürdüklerini dile getirmek istiyorum. Bir anahtar teslim töreni, Erdoğan tabii ki orada. Ne alakası varsa Dışişleri Bakanı Davutoğlu da orada. Yaşlı bir amca, belli ki fakir, elinde bir anahtar, Erdoğan’ın omzuna başını koymuş ve sanırım ağlıyor. Erdoğan ve Davutoğlu’nda ise gevrek bir tebessüm. Şimdi, diyeceğim şu; bu AKP’nin yenilgiye uğratılması gerçekten incelikli ve güven veren bir politik alternatifin kurgulanmasını gerektiriyor çünkü bu iktidar döneminde dar gelirli yurttaşların lehine şeyler de yapıldı. “Erzak dağıtıyorlar, kömür dağıtıyorlar” muhabbetine girmeyeceğim. Daha köklü ve önemli şeyler de yapıldı. Öğrencilere bedava kitap, yoksul aile annelerine çerez parası da olsa düzenli bir para verilmesi, yeni sosyal güvenlik kanunundaki kimi olumluluklar–bunlar Ayşe Buğra’nın 2008 basımı kitabında anlatılır–, SSK’lılara sınırlı da olsa özel hastanelerden yararlanma imkânı, ve azımsanamayacak sayıda ailenin ev sahibi olmaktan ötürü Erdoğan’a muhtemelen şükran duyması… Bunlar AKP’yi neoliberal olmaktan kurtarır mı? Asla. Ama “sosyal devlet uygulamaları bir lütuf değil, haktır” diyen, önem listesinde rantı ve sermaye sınıfını değil halkı birinci sıraya koyan, ayrıntılı bir program ve vizyona sahip bir siyasi hareket AKP’yi iktidardan edebilir ancak, bu ortada… Aksi takdirde “saha ve seyirci avantajı” hep AKP’de.

Gelelim Sabah gazetesine. Biz bu ekin, gazetenin genel yayın yönetmeni, meslekten ağabeyimiz Erdal Şafak’ın dikkatinden kaçmış olduğuna inanmak istiyoruz.

İnanalım mı?

Bunu da dedilerSamanyolu TV adlı asil ve güvenilir haber kanalında biz ahmakların akıl edemeyeceği bir “bağlantı”ya, Balıkesir’deki grizu patlamasının ardından ehemmiyetle dikkat çekilmişti. Son Durum adlı haber programını sunan Asım Yıldırım, Aralık ayında Mustafakemalpaşa’daki maden göçüğünden önce İstanbul’da üç emekli kuvvet komutanının ifadeye çağrıldığını, bu seferse Balyoz tutuklamalarının akabinde Balıkesir’deki madende kaza olduğunu şeyetti. En önemli özelliğinin kül yutmamak olduğu anlaşılan Yıldırım, sözlerini şöyle nirvanaya erdirdi: “Nasıl bağdaştırırsınız ya da var mıdır bir bağlantı yoksa sadece ve sadece tevafuk diyebileceğimiz hadiseler midir bunlar, bunu da sizin izanınıza bırakıyoruz”.


Ama ne yazık ki spikerimiz lafı en tatlı yerinde kesmedi (belki de kendisi izana gelip “ne diyorum ya ben?” diye düşündü) ve sıkıntılı bir manevrayla sözlerini noktaladı: “Belki de varsa da bir bağlantı tabii komplo teorisi üretmek hiç hoş değil. Çünkü birisinde 19 kişi diğerinde 17 kişi can verdi”.

Hayatta bir şeye çok fazla odaklanmak hiç de iyi bir fikir değil, ben bunu anladım AKP yanlısı medyayı izlerken. Taraf gazetesindeki bir ekonomi yazarının “KİT’leri özelleştirmek lazım çünkü darbeciler hep bunları kamulaştırmayı savunuyor” mealli yazısından sonra, şimdi de STV’nin izan ve sağduyu sınırlarını test eden yorumuna tanık olduk. Bu arkadaşlar bizim lafımızı dinlemezler ama biz gene de kendilerine “dünyayı anahtar deliğinden yorumlamayın, saçmalarsınız” diyelim bu noktada.

Ve tabii şu da var; enformasyoncusu, dezenformasyoncusu, amigosu, destekçisi, duyurucusu ve her bir şeysi STV ve benzerleri olan bu süreçten Derin Devlet’ten kurtularak, demokrasiye kavuşarak çıkar mıyız hakikaten merak ediyorum.
 
Kendine solaçık diyen sağbekTaraf gazetesi bir alem. Zaten yeterince nefret edeni varken neden bir de yazar kadrosunu solcuyken liberal olmuş (olabilir, bu da bir haktır) ve fakat sola liberal olmadığı için kızan insanlarla, yahut kendisine verilmiş köşeyi oto-terapi amaçlı kullanan, solculardan nefret eden (eski) solcularla dolduruyor anlamıyorum. Aslında şu yazdığım cümleye şimdi baktım da komik geldi. Memlekette liberal bir hegemonya kurmak için, yıllar boyu hüküm süren Kemalist resmi tarihi ‘alternatif resmi tarih’le, bir başka deyişle sağcı resmi tarihle değiştirmek için; toplumsal bir karşılığı olmasa da entelektüel başatlığı devam eden solun hırpalanması gerekiyor herhalde.

Neyse efendim, Fenerbahçe’nin İBB’ye 2-1 yenildiği maçta solaçık oynatılan bir Deniz Barış vardır, futbolla ilgilenenler bilir. Solaçıklığı Deniz Barış’ınkine benzeyen bir başka solaçık da (İdi Amin de kendini İskoçya Kralı diye adlandırırmış çok mu…) Taraf’ta yazıyor. 28 Şubat’ın yıldönümünde protesto gösterilerine neden sadece İslamcılar katılmış da solcular katılmamış diye hayıflanan bir yazısı çıktı geçenlerde.

Yazıda, Çiller-Ağar döneminin önemli figürlerinden, eski İçişleri Bakanı, şimdi MHP’li Meral Akşener’in isminin geçtiği bir cümleyi sizinle paylaşmak istiyorum: “… başka bir generalinse ‘Git o kadına söyle (Meral Akşener’e) ileri geri konuşmasın. Gelirsek Bakanlığın önünde yağlı kazığa oturturuz’ şeklinde tehditler savurduğu o karanlık günler pek de umurunda değildi arkadaşların”.

En iyi ihtimalle Cihan Haspolatlı tipi bir sağbek olacakken kendini solaçıklığa uygun bulan (Tarafspor’da olur gerçi. Santrfor olmadığına şükredelim) dostumuzun örtülü bir sempati ve empatiyle bahsettiği insanın kim olduğuna lütfen dikkat edin: MERAL AKŞENER. Erkek milletin milliyetçi kadını, Asenası. Öcalan’a Ermeni dölü diyen Meral Akşener. Allahtan bu ülkede 90’ları hatırlayan insanlar da var…

28 Şubat’ın bir darbe olması, Akşener hakikaten sözlü bir tehdide maruz kalmışsa bile bunun “su testisinin su yolunda kırılması”ndan başka bir şey olmadığı hakikatini değiştirir mi?.. Kombi diyorum, yoğuşmalı diyorum. Çiller, Ağar, Akşener diyorum. Hatta bir de “1000 operasyon” diyorum.

Yazarın geçmişte olanları eğip bükmesi aslında çok hazin. Şöyle yazmış: “Varoluşu gereği militarizme ve darbelere karşı durması gereken solun ‘kargadan başka kuş, 12 Eylül’den başka darbe tanımam’ anlamına gelen 28 Şubat ilgisizliğini hangi mantıkla gerekçelendirebileceğimi düşünüyorum… İyi de 28 Şubat darbesinin mimarlarından olan Özkasnak bile televizyonlara çıkıp ‘yaptığımız postmodern bir darbeydi’ dedi.

Gerçekleşmiş bir darbeyle karşı karşıyayız yani. E o halde bu ne sessizliktir? Eskilerin dediği gibi, ne oldu kız mı doğdu? 28 Şubat, iktidardaki İslamcı partiyi düşürdü diye ehveni şer deyip darbelerden darbe beğendikleri aşikâr malum cephenin”.

O cephe size malum Solaçık Bey. Hangi cephe? 1997 yılında Türkiye’de sermaye sınıfı, medya, “sivil” toplum örgütleri, hatta sendikalar bile askerin karşısında hizaya geçerken, memleketin özgürlükçü solu “Ne Refahyol ne Hazırol” diye meydanlara çıkıp Neo-Kemalist hegemonyaya karşı durdu. Bu “ne… ne…” formülasyonunu beğenmeyenler var ama o günün şartlarında bunun devrimci bir tavır olduğu unutulmamalıdır. Sol, Refahyol’un yıkılıp üçlü koalisyonun kurulmasını da “Refahyol partileri gitti, Hazırol partileri geldi” diye yorumlamıştır.

Solun; içinde Susurluk’u barındıran, koalisyonun büyük ortağının Susurluk’u sahiplendiği, Bir Dakika Karanlık eylemleri için “gulu gulu dansı, mum söndü yapıyorlar” dediği ve de AKP’nin aksine su katılmamış İslamcı olduğu bir iktidarın arkasında; sizin bugün AKP’nin arkasında durduğunuz gibi durmamış olmasını eleştirmeniz ziyadesiyle absürttür efendim.

Hadi artık, yerinize… Sağ kanat taze kan ister, “yoldaşım” dediğiniz Bülent Arınç’a gollük ortalar yapın mesela.