24 Eylül 2011 Cumartesi

Postmodern bir ödüllendirme

Not: Bu yazıyı aslında 3 gün önce yazdım ama anca şimdi yayımlanıyor. Evvela Radikal 2'ye gönderdim, yayımlamayacağız dediler. Akabinde Bianet'e gönderdim, önce Biamag'da yayımlanacak dendi, ancak sonra nedense siteye konmadı. Bana bir açıklama da yapılmadı.
Ben bir yorumda bulunmak yerine değerlendirmeyi okurlara bırakmak istiyorum.  

---

Burak Cop

Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün üçüncüsü; Dışişleri’nin AİHM’e gönderdiği savunmada Dink’in bir neo-Nazi liderine benzetilmesini haberleştirmeyen, başta suikast sırasında İstihbarat Daire Başkanı olan Ramazan Akyürek olmak üzere olayda en hafif deyişle “ihmal”i bulunan Emniyet yetkililerinin üzerine gitmeyen, keza Trabzon’daki faşist hücredeki şahısların BBP bağlantısının da üzerine gitmeyen, dahası bu partinin liderini neredeyse bir tür demokrasi şehidi ilan eden gazetenin genel yayın yönetmenine verildi.
Postmodernizmin İngilizce Wikipedia’daki tanımından dilimler: ‘Nesnel gerçekliğin’ sorunsallaştırılması; pek çok görünen gerçekliğin esasında sosyal olarak inşa edildiği inancı; gerçekliğin yer ve zamana göre değişkenlik gösterebileceği görüşü; erkek-kadın, zenci-beyaz, emperyal-kolonyal gibi net sınıflandırmaların reddi; gerçekliklerin çoğul ve nispi olduğu ve ilgili tarafların kimler olduğuna, çıkarlarının neler olduğuna göre değişebileceği inancı…
Her şeyin muğlâklaştığı, nispileştiği, kısmileştiği, çelişki ve zıtlıkların aslında çelişki ve zıtlık olmadıklarının savunulabildiği yahut yeni çelişki ve zıtlıkların yaratılabildiği, tarihin yeniden yazılıp yeni bir gerçekliğin üretilebildiği bir düzlemde Ahmet Altan’a da pekâlâ Hrant Dink Ödülü verilebilir. Aynı şekilde, Nedim Şener diye bir insan yokmuş gibi de yapılabilir. Suçluyu masum, kahramanı suçlu yapabilirsiniz. Solu tutucu, sağı devrimci yapabilirsiniz. Aslan ceylanı yemez, ceylan aslana zorla kendini yedirir diyebilirsiniz. Artık işçi sınıfı da yoktur, emperyalizm de yoktur diyebilirsiniz. Bu âlemde çantacı gazeteciler, polis yazarlar memlekete demokrasiyi getirenlerdir. Başbakan iyidir ama yer yer çevresi kötüleşiverir.
Ve elbette, Hrant Dink suikastının üzerine gittiği için, onu derinlemesine araştırdığı için şu anda cezaevinde olan Nedim Şener’den, ödül töreninde gösterilen ve Türkiye’den toplam 8 kişi ve kuruluşun selamlandığı videoda bile bahsedilmez. Şener “ilk sekize” mi kalamamıştır yoksa sorun aslında rakamda değil midir? “İlk sekize” kalamayanlar arasında bakın başka kimler vardır: Gazetecilere Özgürlük Platformu, Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları (ANGA) ve faili meçhullere kurban gidenlerin ailelerini bir araya getiren, Dink ailesinin de mensubu olduğu Toplumsal Bellek Platformu…
Postmodern düzlemde her şey mümkün. Bir yanda Nedim Şener vardır. Dink suikastıyla ilgili ikinci kitabında “Dink cinayeti ile Ergenekon davasının ve Kafes davasının neden birleştirilmediği, olayların beraber soruşturulmadığı en fazla kafamı kurcalayan konu” diye yazar. Gene aynı kitapta “neden Hrant Dink cinayeti Ergenekon iddianamesinde yok?” diye sorar. Tutuklanmadan 1 ay önce Posta’daki köşesinde “Ergenekon davaları önemli bir fırsat” deyip ekler: “Çünkü birinci Ergenekon iddianamesinde, var olduğu iddia edilen örgütün işlemiş olabileceği altı suç arasında, Rahip Santaro ve Hrant Dink cinayeti ile Malatya Zirve Yayınevi katliamı yer alır”.
Diğer yanda ise kimi polis şefleri vardır. Şener, tutuklanmasına 2 hafta kala köşesinde onlardan şöyle bahseder: “Hrant Dink cinayetinde ihmali ve sorumluluğu bulunanların, Ergenekon soruşturmasını yürüten polisler olduğu anlaşıldığından beri bana yapılan uyarıların ardı arkası kesilmiyor. Şimdi ‘Sıra sende. Soner’e söylüyorduk, bak, oldu. Bavulun hazır mı?’ diyorlar”… Şener’in suikastla ilgili ilk kitabında kusurlarını ve delil karartmalarını gözler önüne serdiği Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer, geçen Mart ayında Şener’in gözaltına alındığı Oda TV operasyonunu yürüten kişidir aynı zamanda!
Hâl böyleyken, tüm bu gerçeklere sırtını dönen, dahası Cemaat’in yayın organı Zaman’la yan yana konduğunda 4 yıldır kritik meselelerde büyük oranda aynı doğrultuda yayın yapmış olduğu görülebilen bir gazetenin başındaki isme Hrant Dink Ödülü veriliyor (Cemaat’in Emniyet’te kritik konumlardaki gücü ve örgütlülüğü üzerine emare ve iddiaların burdan köye yol olduğunu da hatırlatalım). Suikasta göz yumanları ısrarla ve bol kanıtla işaret eden Şener, Dink’in adını taşıyan vakıf tarafından (hadi vakfın koyduğu ödülün kime verileceğine karar veren jüri tarafından diyelim bari) ısrarla görmezden geliniyor. Dink’in kurduğu gazetenin Dink’ten sonraki genel yayın yönetmeni, Cemaat’in, polis bültenine dönmüş gazetesinde yazıyor. Beyler pardon ama suçluları doğru yerde aradığınızdan emin misiniz? Dost bildiklerinizin dost olduğundan emin misiniz?
Tüm bu toz duman arasında, genel olarak liberal diye adlandırılan (aslında liberal adlandırması bile “fazla” belki onlara) bir çevrenin, sevgili Başar Başaran’ın deyişiyle, “etrafında insanların kenetlendiği Hrant Dink ismini mülkiyetlerine geçirmek istediklerini” görüyoruz. Katledildiği güne kadar sosyalist BirGün gazetesinde köşe yazarlığı yapan Hrant Dink’in adını taşıyan ödülü Ahmet Altan’a verme cüretkârlığını gösterenler (Rakel anneyi tabii ki dışarıda bırakıyorum), gene Başar’ın deyişiyle, “ödül kürsüsünü fethettikleri bir kalenin burcuna çevirmiş, bayrağı dikmişlerdir”. Postmodernliğin hakikati alt üst etmesi böyle bir şey olsa gerekir. Hâlbuki “Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu” diyen candan adamın Türkiyeliliği ve Anadoluluğu, emperyalizmin savunucusu ve hatta işbirlikçisi Ahmet Altan’ın hesaplı donukluğuyla ne denli örtüşebilir ki?
Peki Hrant imgesini “liberal anlatı”ya tamamen kaptırmak üzere olan solun hiç mi kusuru yok? İmgeyi geçelim, Hrant canlıyken bile kusuru vardı. Ertuğrul Kürkçü’nün bir röportajda belirttiği gibi; “Hrant Dink’in solculuğu (…) Ermeni halkının sorunlarının Türkiye’deki diğer ezilenlerin meseleleriyle birleşebileceği yeni bir denklem kurdu (…) Hâlbuki Hrant sosyalist soldan ÖDP dışında çok büyük bir teveccüh görmedi. Hrant’ı el üstünde tutanlar ise ÖDP’lilerden çok liberaller oldu ve Hrant’ın mücadelesini de giderek o sınırlar şekillendirdi”.
Son noktayı da Kürkçü’yle koyalım. Ertuğrul Kürkçü, Mayıs 2007’deki bir konuşmasında “(Ulusalcılardan) Deniz Gezmiş’i de geri alacağız, Ruhi Su’yu da geri alacağız, Nazım Hikmet’i de geri alacağız” diyordu. Aradan geçen 4 yılda bu kahramanlarımızı ulusalcılardan geri alabildik mi bilmiyorum ama Hrant’ı liberallere tamamen kaptırmak üzereyiz Ertuğrul Ağabey.
     

8 Eylül 2011 Perşembe

Sıkıntılı tiplere ilişkin, sıkıcı bir yazı

Burak Cop
8 Eylül 2011

Bu yazıyı kaleme alıp almama konusunda biraz tereddüt ettim ama sonunda "yazayım bari" dedim. Bir süredir birkaç sıkıntılı vatandaşın anlamlandıramadığım ilgisine mazhar oldum Ekşi Sözlük ve Twitter'da. Bunların arasında başı çeken, tam bir stalker. Hakkımda yazıp çizdiklerine (daha doğrusu atıp tuttuklarına) bugüne kadar pek az cevap verdim, kendisini olabildiğince kaale almamaya gayret ettim. Ancak bu vatandaş sağolsun ben kendisini görmezden geldikçe kapımı daha çok tırmaladı ve en sonunda kendisine çok sert, ağır bazı cevaplar vermek zorunda kaldım. Öbür türlüsü işe yaramadı bari bunu deneyeyim dedim aslına bakarsanız. 

Uzaktan tanıdığım, üstelik belli bir sempati bile beslediğim (Facebook'ta arkadaş listemdeydi mesela düne kadar) bir başka şahıs ise dün durup dururken Twitter'da bana saldırdı. Saldırısını "yalan içinde yalan" diyebileceğim bir temele dayandırdı: Geçenlerde yine sosyal medyada, benim halihazırdaki işime Dev-Yolcular tarafından sokulduğum ve buna karşılık da siyasi çizgimi değiştirdiğim iddia edilmişti (Bu şahıs da aynı saçmalığı tekrarladı).

Her iki iddia da yalandır. Zaten bir iş ve maaş karşılığı siyasi pozisyon değiştirmek nasıl bir şeydir, böyle bir tıynetsizliği kaç kişi gösterir ve göstermiştir, onu da bilemiyorum. Dünyada 7 milyar insan yaşıyor, illa ki geçmişte birileri bunu yapmıştır ama yani böyle bir pespayelik olabilir mi..? 

Neyse, bu siyasi çizgiyi değiştirme meselesi daha önce de önüme kondu. Bunu gerçekten merakla yapanlar oldu, eleştirel bir düzlemde yapanlar oldu. Hepsi başımın üstüne. Ancak maalesef "internet meczubu" gibi hareket etmekte ısrar eden birkaç kişi de bu durumdan bana yönelik mesnetsiz bir "çamur at izi kalsın" hamlesine girişti. 

Bu yazıyı yazmakta tereddüt ettim çünkü bana saldırıp duran vatandaşların çiziktirdiklerine kıymet vermiş gibi bir duruma düşer miyim diye düşündüm. Ancak şöyle bir şey var, bu vatandaşlardan bazıları Ekşi Sözlük'te benim hakkımda saçmalayıp duruyorlar ve Ekşi Sözlük ciddiye alınması gereken, önemli bir mecra. Adınızı Google'a yazanların karşısına çıkan ilk sonuçlardan biri Sözlük linkleridir. Bir arkadaşımın deyişiyle "yeri geldi mi cv'ne bakmazlar, Sözlük'te yazan şeylere bakarlar". Ben de yazması sıkıcı (muhtemelen okuması da öyledir) bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. 

Aşağıda 2 metin okuyacaksınız. İlki, Sözlük'te hakkımda son zamanlarda yazılan ve ne kadar kaba biri olduğumu anlatmaya çalışan entry'lere (misal; http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=25277997  ) ilişkin. İkincisi ise 31 Mart 2011 tarihinde ÖDP mail grubuna yazdığım bir mail. Orada da ÖDP'den önce uzaklaşıp sonra partiye geri dönüşümün hikayesini anlattım. 


I


Aşağıda, Twitter'da @karaolorin adını kullanan Gökhan Kara adlı vatandaşla yazışmamı okuyacaksınız. Kendisi durup dururken bana aşağıdaki cümleyle hücum etti ve olaylar gelişti:  


- B.Cop'un yazdıklarını ciddiye almamak lazım, nasıl Melih Altınok Taraf'a gittiyse o da dev yolcular NTV'de iş bulunca ÖDP'ye döndü


- Beni büyük hayal kırıklığına uğrattın Gökhan efendi. Düzgün biri olduğunu düşünürdüm, ahlaksız olduğun aklımın ucundan bile geçmemişti. Nasıl da utanıp sıkılmadan bir yalanı, yüzde 100 eminmişçesine buraya yazıyorsun. Beni NTV'ye Dev-Yolcular sokmadı. Hiç ama hiç alakası olmayan bir şekilde döndüm NTV'ye (evet döndüm, 2002-3'te çalıştığım yere döndüm) Yazıklar olsun Gökhan. Gerçekten yazıklar olsun. Ve allah yardımcın olsun, umarım zamanla daha mutlu bir insan olur, böyle hastalıklı kompleks kusma eylemlerine tevessül etmezsin...


- Bu arada, hadi lan zevzek cop, vurdum mu bir de duvardan yersin, biliyorum hakkımdaki düşüncelerini


- Ezik, ben senin hakkında "uzaktan izlenim" dışında hiçbir şey düşünmüyorum çünkü seni tanımıyorum. Vururmuş.. Sen git çavuşu tokatla.


İşte resmin bütünü bu. Hakkimda entry döşenen vatandaş benim için "en ufak eleştiride lumpenleşiyor" demiş (bkz.   http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=25277997 ). Yüzde 100 yalan olan ve daha önce de yalanladigim bir şeyi tekrarlamak mı 'en ufak elestiri', "hadi lan zevzek" mi 'en ufak elestiri', "vurdum mu duvardan yersin" mi 'en ufak elestiri'?


Benim hatam terbiyesizleşen birine onun üslubuyla yanit vermek olabilir, belki her şeye rağmen onun seviyesine inmemeliydim, ama hayatta kaç insan kendisine hem iftira atılıp hem de küfredildiğinde centilmenliğini korur?


Elbette ki kimse beni sevmek zorunda degil. İsteyen benden nefret de edebilir. Bana yönelik yapıcı olmayan eleştiride de bulunabilir. Ama baştan sona yalan olan bir şeyi kafada uydurup sonra bu yalana kendini inandirmak da neyin nesidir? Benim şu andaki işime girişimin (bu arada, işten atılırsam rahatlayacaklar herhalde) onların iddialarıyla yakından uzaktan alakası yok.


Üstelik bu beyler bununla da kalmayip, 2009'da uzaklaşıp 2010'da geri döndüğüm partime dönüşümü şöyle bir hayali senaryoyla açıklıyorlar: "Burak'ı Devyolcular işe soktu, o da siyasi çizgisini degistirdi". Yalan içinde yalan. Hiçbir utanma duymadığım 'görüş ve kanaatlerimdeki değişim'in bu saçmalıklarla hiçbir alakası yoktur ve olamaz. Bu adamların imgelem dünyasında bir insan iş karşılığı siyasi çizgisini değiştirebilir, bunu bilemem, belki de bunu onlara kendi tıynetleri düşündürtüyordur. Ama ben filancalar bana iş buldu diye siyasi cizgimi değiştirmem. Nokta.


Nelerle ugrasiyoruz yahu. Özür dilerim beyler, evet 2009'da ayrildigim ÖDP'ye 2010'da geri döndüm. Anam anam meğer ne büyük günah işlemişim...


Hayal mahsulü iddiayi ortaya atan Wolvesster adlı sözlükçü hakkımda 2 entry döşendi ve bu şahsın yalanını Gökhan Kara Twitter'da sürdürdü.


Vay Cop şerefsiz dedi diye entry girenlere (bkz. http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=25273747 ) sormak isterim, böyle işkembeden iddia ortaya atıp sonra da bunun kanıtını ortaya koyma zahmetine katlanmayanlara... Yahut bu yalan iddiaya mal bulmuş mağribi gibi sarılan, bu iddia doğrultusunda başka insanlardan hakkımda bilgi toplamaya çalışan ve bir de utanmadan "Cop bu konuda açıklama yapsın" diyerek benden hesap soran stalker'lara şerefli mi denir?


Ben de o zaman bu arkadaşlar hakkında "3 sene önce Laleli'de bir Rus turisti bıçakladılar" diye bir iddia ortaya atayım, bunu kanıtlamakla uğraşmayayim, bu yalanlandığı halde kulağımın üstüne yatayım, ve de "şerefli" olayım.
II

ÖDP email grubuna 31 Mart günü yazdığım mailin ilgili bölümü: 

Partimizde 2007-2009 yillarinda yasanan surec herkes icin yipratici oldu ve yer yer ideolojik/siyasi tartismanin geride kaldigi, kisisel itis-kakislarin ve duzeyi yuksek olmayan polemiklerin on plana ciktigi bir donem yasadik.

Ben bu donemde solda buyuk bir kitle partisi kurulabilecegini dusundum. Bunun icin hem oznel hem de nesnel kosullarin oldugu kanaatindeydim. Partide beraber hareket ettigim insanlarin bu vizyona sahip oldugunu, Devrimci Dayanisma grubunun ise ODP'yi genis halk kitleleriyle bulusturacak bir siyasal hatti olmadigini dusunuyordum. Gonlumde olan, ODP'nin 1996-99 kitleselligini de asan bir sol odak haline donusmesiydi. Sol kitle partisinin cekirdegini ODP'nin teskil etmesi gerektigine inaniyordum. Bu da sanirim partime duydugum aidiyet duygusuyla yakindan iliskiliydi.

Her neyse, Ozgurlukcu Sol grubu partiden koptu. Ben de koptum. Ancak, ilginctir, henuz ortada hayal kirikligi yaratacak bir gelisme dahi yokken yeni sol parti arayislari, sonu gelmeyen toplantilar, baska gruplarla gorusmeler.. . Nedense olan bitenleri kendime "yakin" bulmadim ve daha isin basinda yol arkadaslarimla arama politik bir mesafe girdi. Ve yeni partiyle ilgili hicbir faaliyete katilmadim.

2009 sonlarina dogru yeni parti projesi iyice somutlasti. Ben gerek bilesenleri acisindan, gerekse yeterince solda durmadigi gorusumden dolayi, bu girisimden uzak durmaya devam ettim. Ancak tabii ki orada bir suru de arkadasim vardi, basarili olmalarini istiyordum. 2009 sonu ve 2010'un hemen basinda yeni partide sosyalist bir kanat olmasi, adiyla saniyla ve hukukuyla parti icinde faaliyet gostermesi gerektigi yonunde gorus ifade etmeye basladim. Bu goruslerim destek bulmadigi gibi, aksine, ovguden cok tepki aldim.


Dolayisiyla 2010 Ocak ayi itibariyle girisimle arama cok ciddi bir mesafe girmis oldu. Medyadan, internetten takip ettigim (eski) partimi ise ozlemeye basladim. Daha 1 yil once bir arkadasima sohbet esnasinda "kendimi bazen ODP'ye donmeyi dusunurken yakaliyorum" dedigim vakidir.

[burada "1 yıl önce" ile aşağı yukarı Mart 2010 kastedilmektedir]   

Bu arada Mart ayinda yeni parti kuruldu, ve acikcasi bu adeta bir olu dogum gibiydi. EDP siyasi yasamina guduk bir sekilde basladi. Kurulus ve onu takip eden birkac ayda kendi kendime ukalaca "gelismeler ongordugum gibi oldu" diye dusundum. Bu gorusumu paylastigim arkadaslarim da oldu. Mayis'ta Kilicdaroglu' nun CHP'nin basina gecmesini ise EDP icin oldurucu darbe olarak yorumladim kendimce. Sanirim bu ongorum de dogru cikti. Referandumda benimsedikleri 'evet' tavri ile bu sefer de kendi kendilerine darbe vurdular. Bu, kisa sure icinde yedikleri ikinci oldurucu darbe oldu.

2010 yili AKP'nin hukumet olmaktan iktidar olmaya dogru atilim yaptigi, 12 Eylul'un tum vesayetci kurumlarini kontrol altina alarak kendine yonttugu, toplum uzerindeki otoriter ve muhafazakar hegemonyasini guclendirdigi bir yil oldu. Git gide sol bir siyasetin ana hedef olarak odagina AKP'nin ve baglasiklarinin iktidarini oturtmasi gerektigi gorusu bende saglamlasti. AKP cirkin yuzunu gosterdigi halde hala sola saldirmayi surduren, sol uzerinde hegemonya kurma cabalarina devam eden liberal kesimlerin ise maskeleri indi, isbirlikcilikleri iyot gibi aciga cikti. Referandum donemindeki ayrismada ben de safimi kesin olarak belirledim.

Temmuz basinda Turkiye'ye dondum ve bir sure sonra Alper (Tas) abiyle bulustum. Ona ODP'ye geri donmek istedigimi soyledim. Sonra da kaydimi yeniledim falan filan...

Referandum surecinde evvela boykotun daha iyi bir fikir oldugunu dusundum. Bu gorusumu Alper abiye de ifade ettim. O da bana 'hayir'in gerekcelerini anlatti. Her neyse, ben 12 Eylul gunune kadar hem hayirci hem de boykotcu oznelerle gazetecilik cercevesinde temaslar, gorusmeler ve fikir alisverislerimi surdurdum. Referandum tarihi yaklastikca ben de hayirci oldum, boylece partimle de ayni pozisyonu almis oldum. Etik acidan olmasi gereken de buydu sanirim.

Velhasil, "geri donus" maceram kisaca boyle cereyan etti.

(...)

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Burjuvayla lumpeni birleştiren ulusal sorun

  
Burak Cop
24 Temmuz 2011

Aynur Doğan’a gösterilen faşizan tepkiyi nasıl okumalı? İlk akla gelen ve en kolay yol, olayı “Beyaz Türk faşizmi” diye tanımlamak. Harbiye Açıkhava’ya gitme alışkanlığı olan insan profili göz önünde bulundurulunca, bunun yanı sıra etkinliğin bir caz konseri oluşu ve “Suyun Kadınları” adlı bir temaya sahip olması, Akdenizlilik ortak paydasında buluşan, farklı ülkelerden bir grup kadın sanatçının bir araya gelmesi dikkate alındığında; evet ortada bir Beyaz Türk faşizmi örneği var. 
Ancak sadece bu hakikati teslim edip arkamıza yaslanırsak, resmin bütününü görmekten aciz kalırız. Sınıfsal konumu ve gelir düzeyi ne olursa olsun, “crème de la crème” niteliği haiz ve burjuva kültürüne sahip insanlarca gerçekleştirilen anti-Kürt(çe) eylemden birkaç gün sonra, bu sefer de Zeytinburnu’nda lumpen kalabalıkların Kürtlere karşı linç hareketine kalkıştığına tanık olduk. Polisin olan biteni büyük oranda izlediğini, gaz sıkmak suretiyle kalabalığı yalnızca BDP binasından uzak tuttuğu, ancak Kürtlere ait işyerlerinin saldırıya uğrayıp darma duman edilmesine seyirci kaldığını olaya dair tanıklıklardan öğrenmek mümkün. 

Harbiye vakasına geri dönmek üzere Zeytinburnu vakası incelenmeye devam edilirse görülecektir ki; Başbakan Erdoğan’ın Silvan’daki son çatışmanın ardından yaptığı “terör örgütü ve uzantıları bizden merhamet beklemesin” açıklaması ile polisin Zeytinburnu’ndaki 6-7 Eylül provasına yönelik müsamahakâr tutumu arasında bir ilişki olmaması olanaksızdır. Bu olanaksızlık hâlini güçlendiren bir diğer gerçek de, “bu tür” olayların Türkiye’de her zaman planlı programlı oluşu, yani asla öyle denildiği gibi gaza gelmiş vatandaşların bir anda kolektif ama dezorganize hâlde harekete geçmesi şeklinde vuku bulmamasıdır. Tarih bunun tanığıdır.     

Birkaç gün arayla meydana gelen bu iki vakadaki enteresanlık ise sınıfsal konum, kültür ve bunlara bağlı olarak da muhtemelen siyasal tercih açısından birbirlerinden çok farklı yerlerde bulunan insan gruplarının aynı linççi ve faşizan tutumu göstermesi. Bu Kürt sorununun sadece Kürt halkı için değil, Türk halkı için de ulusal bir sorun olduğunun en yalın örneği. Harbiye Açıkhava’da Akdenizli kadın sanatçıların caz konserini dinlemeye gidecek “kalibredeki” insanların AKP’ye, Başbakan’a, Zeytinburnu’da elde sopa üstünde atlet Kürt kahvelerini tahrip eden lumpenlere bakışı bellidir. Ancak tavırları, refleksleri aynı. Baykal CHP’sinin Kürt sorunu konusundaki şovenist konumlanışı ve Yeni CHP’nin bunu değiştirme hususundaki yetersizliği (zaten bu yöndeki çabalar şunun şurasında ne zaman başladı ki?) “CHP seçmeni” diye genelleyebileceğimiz –her ne kadar genellemeler doğru ve hoş şeyler olmasa da– seküler orta sınıfların düşünce dünyasına faşizan tohumlar ekmiştir. Bu tohumlar şimdi Aynur Doğan’a atılan minder ve pet şişeler biçiminde ürün veriyor.     

Bugün Türkiye’de birbirinden nefret eden ve birbirinin içkisine türbanına ifrit olan insanların iş sıkıya geldi mi nasıl da ortaklaştığını görüyoruz. Medyanın 12 Eylül’den beri başta Kürt sorunu gelmek üzere tüm “kritik” meselelerde aynı tornadan çıkmışçasına tek sesli yayın yapması, halka hep yalan söylenmesi ve işin kötüsü hep aynı yalanların söylenmesi; bugün 13 yoksul gencin çatışmada yaşamını yitirmesinin hesabının politikacılardan, generallerden, zenginlerden değil Aynur Doğan’dan sorulmasına yol açıyor. Milliyetçi Müslüman muhafazakâr sağcı Türk milletiniz hayırlı olsun. 

Türk halkını oluşturan insanların en kültürlüsünden de en lumpeninden de aynı tepkiyi gösterenler çıkabiliyorsa, son 10 küsur yılda memleketin doğusunda ve batısında olup bitenler de şöyle hızlıca bir düşünüldüğünde, teslim etmek gerekir ki Türkler ve Kürtlerin ortak yaşam zemini git gide çürüyor. Belki bir 5 yıl sonra daha büyük bir gönül rahatlığıyla şu tespitte bulunabileceğiz: Artık Türkiye’de bir ulus yok. 

Buradaki ‘bir’i 1 olarak da okuyabilirsiniz, öbür anlamıyla da.           

10 Haziran 2011 Cuma

Ne güzel fırkamızdın sen Osmanlı Sosyalist Fırkası

Burak Cop
11 Haziran 2011

Biri gazeteci, diğeriyse gazeteci olmamakla beraber medya dünyasıyla iç içe olan ve eli de kalem tutan iki arkadaşımla, Hopa'da Metin Lokumcu'nun polis şiddetine bağlı olarak hayatını kaybetmesinin ve genel olarak Hopa'daki olayların protesto edildiği yürüyüşte yan yanaydık. İstiklâl Caddesi'nde iktidarı ve onun polisini olanca öfkemizle, samimi ve haklı öfkemizle tel'in ediyorduk. 

Bir yandan yürüyor, bir yandan sohbet ediyorduk. Taksim Meydanı'na ulaşmıştık. Henüz polis bizi gazlamamış ve biz de geri çekilmek zorunda kalmamıştık. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama söz 2007 seçimlerine geldi. Gazeteci arkadaşım "o seçimi AKP kazandığında sevinmiştim" dedi. Diğeri "ben neredeyse o seçimde AKP'ye oy verecektim" dedi. Ben de "Gerici ve hatta ürkütücü bir çizgide siyaset yapan CHP karşısında AKP'nin başarı elde etmesinden memnuniyet duymuştum" dedim. Öte yandan, gelin görün ki, her üçümüz de uzun zamandır AKP hakkında çok kötü şeyler düşünüyoruz. İktidara olan antipatimiz zamanla arttı ve halen de artıyor. Nasıl artmasın ki? Adama "ama öldü efendim..." diyorlar, o ise "ben bilmem" diyor. Böyle de Müslüman...  (bkz. http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=23977927 ) 

Her neyse... Türkiye'de 2007-2011 döneminde yaşananlar şu açıdan enteresan; bana öyle geliyor ki dünya üzerinde çok az ülkede 4 yılda bu kadar fazla şey olur, bu kadar büyük dönüşüm olur (egemenler arası güç ilişkilerindeki değişim ve bizatihi egemenlerdeki değişim bağlamında). Tabii elinde siyasi kudret bulunan aktörler (düzen partileri, ordu, yargı, polis, sermaye sınıfı ve onun sözcüsü olarak burjuva medyası) 4 yılda 40 yıllık değişimler yaşayınca; halkta, devrimci partilerde, kitle örgütlerinde, muhalif medyada ve aydınlarda da baş döndürücü bir hızla kendini dayatan bir konumlanma, yeniden-konumlanma, yeniden-yeniden-konumlanma vb. ihtiyaçlar hasıl oluyor.

Kafalar karışıyor, saflar karışıyor, mevziler değişiyor. Yeni çatışmalar, hatta yeni düşmanlıklar doğuyor. Eski dostlar birbirlerine giriyor. Enformasyon ve dezenformasyon yağmuru altında bunalıyoruz, bir sene iktidara hücum eden köşe erbabının ertesi sene haysiyetsizce yaltaklanmasına şaşırıyoruz. İnsanız hepimiz, bazen ister istemez "ulan yoksa bende mi bir yanlışlık var, ben mi yanlış yerde duruyorum?" diye kendi kendimizi yokluyoruz. 

Ekşi Sözlük'te biri geçenlerde hakkımda bir şey yazmış. "iyi de bu adam değil miydi sosyalist işçi'de engin ardıç güzellemeleri yazan? buna itirazım yok, yazabilir. şimdi geldiği noktayı görmenizi isterim. 540 derece felan olsa gerek" demiş...

Bana okuduğunuz yazıyı yazdıran, hakkımdaki bu entry. "Hakkımda olumsuz bir şey yazılmış, aman hemen tekzip edeyim" gibi bir gayretkeşlik içinde olmadığıma inanmanızı isterim. Tabii Ekşi Sözlük yazarı olsaydım o 'entry'nin altına "hayır o öyle değil, böyle" gibi bir şeyler yazabilirdim. Ama o platformda söz söyleme imkanım yok. Ayrıca bizatihi o entry çok önemli bir şey değil, onun içinde yer aldığı bağlam benim için önemli (bu bağlamı yukarıdaki paragraflarda açıklamaya çalıştım). Bu yüzden o 'entry'deki eleştirinin neden haksız olduğunu ifade etmek istedim. 

2007 Yazı'nda Roni Abi'nin (Margulies) davetiyle Sosyalist İşçi gazetesinde medya eleştirileri yazdım (Temmuz ve Ağustos aylarında). Bu gazeteyi çıkaran DSİP adlı partiyle hiçbir zaman organik bir bağım olmadı. O dönemde ÖDP üyesiydim, halen de ÖDP üyesiyim. DSİP'lilerle Baskın Oran ve Ufuk Uras kampanyalarında, alanda beraber çalıştık. Pek çoğunu böylece tanıma fırsatı buldum. Pek çok ÖDP'liye (ve belki diğer örgütlere üye olan yahut örgütsüz insanlara da) yaptıkları gibi, beni de kendi partilerine katılmaya davet ettiler. Başka örgütlerdeki insanlara yönelik bu tür kanca atma eylemlerini sıkça yaparlarmış, sonradan öğrendim. Neyse... 

Ben 2 ay boyunca Sosyalist İşçi'de medya eleştirileri yazdım, ancak akabinde buna son verdim. Roni Abi devam etmemi tercih ediyordu, ancak, özellikle de çekişmeli geçeceği belli olan ÖDP kongresi (Ekim 2007 başındaki) yaklaştıkça, başka bir partinin yayın organına yazıyor olmamın kendi partimde hoş karşılanmayacağı hususunu anlayışla kabul etti. Açıkçası ben de bu sebepten ötürü orada yazmayı bırakmak istiyordum. Üyesi olduğum parti içindeki çalışmalarım ve yoldaşlarımla ilişkilerim, başka bir partinin yayın organında bir kürsüm olmasından daha kıymetliydi benim için.  

Hakkımda yazılan 'entry'de, Engin Ardıç için "güzelleme" yazdığım savunulmuş. Bunun tam da doğru olmadığını düşünüyorum. Hele ki 4 yıl önceki bu yazıyı bugüne taşıyıp "alenen yandaş bir gazetenin en pespaye iki köşe yazarından birine güzelleme çekmiş" diye düşünürseniz, olay iyice mecrasından çıkar. Çünkü o yazıyı kaleme aldığım dönemde (Ağustos 2007) Ardıç, başka bir gazetede (Akşam'da) yazıyordu. Bugünkü gibi gözü dönmüş bir AKP amigosu olmaktan ziyade, CHP'nin gericiliğine vurup duran, bu partinin tarihindeki lekeli dönemleri gözler önüne seren, o günlerin milliyetçilik batağına boylu boyunca batmış ve bürokrasinin bir kısmıyla ittifak ilişkisi içinde olan CHP'sine karşı; mealen "sol bu değil, demokratlık bu değil" yazıları yazan bir isimdi. 

Ardıç daha sonra Sabah gazetesine transfer oldu ve tam anlamıyla "yerini buldu". O en ufak bir saygı kırıntısını bile hak etmeyen, iktidarın yapış yapış özgüvenli dilini benimsemiş, iktidarın tepeden bakma refleksini içselleştirmiş, hakaret ve küfür dozu bir önceki gazetesindeki yazılarına göre 5 kat artmış yazılarını yazmaya başladı. Aslında bilenler için, eski Engin Ardıç oldu. Tanınırlığı da Akşam'dakine göre birkaç kat arttı.    

Benim 11 Ağustos 2007 tarihli Sosyalist İşçi'deki yazımda Ardıç'ı övme gerekçelerim de, sanırım hiç de öyle 540 derece falan dönmüş olmadığımı ortaya koyuyor. Yazıdan birkaç cümle: 

"(...) Ardıç yazılarını sınıfsal analizlere dayandırıyor, tarih üzerine yazarken de tarihsel materyalizm anlayışını gözetiyor. Geç Osmanlı döneminden bugünün Türkiyesi'ne 'değişim'i sınıflar arası çelişki ve mücadelelere bağlıyor. Hem bundan ötürü, hem de entellektüel birikimi itibariyle 'sol'un ne olup olmadığını gayet iyi bildiği için, Türk siyasetindeki ana damarlardan milliyetçi (ulusalcı)-kemalist-bürokratik fikriyatın aslında zannedildiği gibi "sol" falan olmadığını netçe ortaya koyuyor (...)"

En azından şunu söyleyebilirim ki, aradan geçen zamanda ben hâlâ milliyetçiliğin/ulusalcılığın ve Kemalizm'in sol olmadığını düşünüyorum. Fikirlerim aynı. Ancak şu da bir gerçek ki, 1930'ların tek parti diktatörlüğünün Kemalizmi yahut Baykal dönemi tutuculuğu ve statükoculuğu (2000-2010) sola ne denli kapalıysa; katı Kemalizm'in demokratik bir muhtevayla sulandırıldığı dönemlerde de CHP/SHP'nin sosyal demokratlaşması mümkün olabilmiştir (CHP 1973-80, 80'ler sonu ve 90'lar başındaki SHP, ve bugünkü Yeni CHP). O ayrı bir konu. Ama tabii ki burdan gene bir sosyalizm, devrimcilik çıkmaz. Zaten bu yüzden başka bir partiye üyeyim.  

"Her yazdığına katılmayabiliriz" dediğim Engin Ardıç hakkındaki, son olarak, şu satırlarımı alıntılamak isterim: 

"Engin Ardıç'ın Türkiye'de olup bitenlere ışık tutan analizlerinden bahsettim, ama bunu da aşan bir marksistleşme de söz konusu sanki (...) Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç seçimlerde oy vereceği partinin Ahrar Fırkası (2. Meşrutiyet döneminin İttihatçı karşıtı liberal muhalefet partisi) olduğunu açıklayınca Engin Ardıç da Osmanlı Sosyalist Fırkası'na oy vereceğini yazdı. Dedesinin partisiymiş, rahmetli (yanlış hatırlamıyorsam) tersanede tornacıymış"  

Sizce Ardıç aynı şeyi bugün de yazar mı? Hadi yazdı diyelim, inanan çıkar mı?

2 Mayıs 2011 Pazartesi

1 Mayıs bayram olunca…

Burak Cop
2 Mayıs 2011
Caddeler ve meydanlar özgür bırakılınca, polis ortada fazla gözükmeyince, emeğin bahçesindeki bin bir çiçek 1 Mayıs’ta açıveriyor.   
ntvmsnbc’nin İstanbul’daki 1 Mayıs şenliğiyle ilgili haberi “Taksim Meydanı çiçek açtı” başlığıyla verdiğini görünce gülümsedim. Zira kâh Şişli-Taksim güzergâhında, kâh Taksim Meydanı’nda tanık olduğum manzaralar bendenize tam da bunu düşündürmüştü. Bin bir çiçekli bir bahçe gibiydi şehrin ana arterleri ve ana meydanı.  
Devasa bir kalabalık vardı ve “geçen seneden daha fazla katılım var” tespitini çok kişiden duyduk. Sık sık eylemlere katılanlar onaylayacaktır, Taksim tramvay durağından Galatasaray Lisesi’nin önüne kadarki yürüyüşler ya da Beşiktaş Adliyesi’nde görülecek bir dava öncesinde Barbaros heykelinin önündeki toplanmalar hep bir tür “solcu kokteyli”ne döner. Katılımcı sayısı birkaç yüzle birkaç bin arasında değişir ve ortamdaki insanların üçte birini şahsen, üçte birini gıyaben tanırsınız. “15 milyonluk şehirde bu kadar mıyız yani?” sorusu hep aklınızdan geçer. 
1 Mayıslar ise -hele ki dünkü 1 Mayıs- halk yığınlarıyla bütünleşmenin, ortaklaşmanın, aynı yere bakmanın keyfine vardığınız, ayrıcalığını hissettiğiniz ortamlardır. Türkiye’nin ve İstanbul’un kendine has koşullarından dolayı son yıllarda gidişat da hep ileri doğru olmuştur. 5 yıl önceki 1 Mayıs Kadıköy’de 25 bin kişiyle kutlanırken, şimdi kim bilir kaç yüz bin kişiyle birlikte yürümüşsünüzdür.
Tüm emekçi sınıflar ve toplumsal katmanlar oradadır: Tabii ki işçiler, sonra masabaşı işçileri, kamu çalışanları, üniversite öğrencileri, lise öğrencileri, işsizler, emekliler, meslek örgütleri üyesi doktorlar, eczacılar, mimarlar, mühendisler… Uzadıkça uzayan bir listedir bu.
Farklı biçimlerde ve farklı derecelerde ezildiğini, horlandığını, dışlandığını, sömürüldüğünü düşünen insanları orada görürsünüz. Dilleri ve kültürleri yok olma eşiğine yaklaşan Çerkesleri; kapitalist düzenin futboldaki -kimi doğrudan kimi dolaylı- yansımaları olan ticarileşmeye, müşterileşmeye, lumpenleşmeye, milliyetçileşmeye itirazlarını dile getiren taraftarları; mor pankartlarıyla feministleri; Ermeni gençlerini; hayatları şifrelenen liselileri; hatta askeri darbe karşıtı eski ordu mensuplarını bile görürsünüz. Daha geleneksel ve kitlesel grupları saymıyorum bile. 
Büyük toplumsal olaylarda, yığınların meydanlara aktığı büyük gösterilerde farklı kesimlerin farklı talepleriyle orada bulunması, hatta farklı çıkarlara sahip olması son derece olağandır. Bu Tahrir Meydanı’nda da böyledir, İran Devrimi’nde de böyledir, 500 bin kişinin sokağa çıktığı gösterilerde de böyledir. Cumhuriyet mitinglerinde bile böyledir. Ama o alanlarda toplananlar tamamen olmasa bile büyük oranda ortak paydalarda buluştukları için oradadırlar ve orada buluşmak kitleleri genelde daha da ortaklaştırır.
Siz gazeteciler sendikasının pankartı ardında özgürlük için haykırırsınız, yanı başınızdaki elinde Türk bayrağı olan ve pek çok kişinin ilk görüşte “Beyaz Türk” diye yaftayı vuracağı orta yaşlı kadın sahnede Grup Yorum’un veya Kardeş Türküler’in söylediği Kürtçe şarkılara ritim tutmakta, devrimci türkülere eşlik etmektedir. HAS Partililer de meydandadır ve devrimciler onları bağrına basar. Oradaki türbanlı genç kadınla aynı sınıfa mensup olduğunuzu hatırlarsınız.   
1 Mayıs’ın emekçi sınıfların dayanışma şöleni şeklinde cereyan etmesi, sözde değil özde bayram olması aslında herkes için yeni bir şeydir ve yüz binlerin sokağa çıktığı zaman sermaye düzenine ve devlete nasıl da meydan okuyabildiğini adeta tatlı bir sarhoşlukla duyumsarsınız. DİSK’in bu seneki 1 Mayıs sloganı olan “milyonlar aç, milyonlar işsiz, işte kapitalist sisteminiz” devrimci taraftarlar nezdinde de karşılık bulur. Beşiktaşlılar “Mayıs:1 Sermaye:0” pankartı açar, Galatasaraylılar “re re re, ra ra ra, emeğin olsun tüm dünya” der, Fenerbahçeliler Avusturya İşçi Marşı’ndan “kara deryalarda bir fenersin” dizesini sloganlaştırır.      
Ve hep birlikte 2012 için sözleşilir.    



25 Şubat 2011 Cuma

İlla Ermeni olacaksa Masis Kürkçügil olsun

Burak Cop
26 Şubat 2011

Geçen hafta başında basında bir haber gördüm. Referandum döneminde "yetmez ama evet" tavırıyla ön plana çıkan bir grup aydın BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'la görüşmüş. Seçimlere geçen sefer olduğu gibi bağımsız adaylarla katılacak olan BDP'nin İstanbul 2. Bölge'de solun ortak adayı kabilinden bir Ermeni yurttaşı aday göstermesini önermişler. Okuduğum haberde zikredilen isim, Hayko Bağdat idi. Demirtaş, aralarında Mithat Sancar, Ahmet İnsel ve Roni Margulies'in de bulunduğu aydınlarca yapılan bu öneriyi olumlu karşılamış ve partisinin yetkili kuruluna ileteceğini söylemiş.  

İsminin aday adayı kabilinden ortaya konduğu anlaşılan sevgili Hayko Bağdat'ı açıkçası ne şahsen ne de gıyaben tanıyorum. Bilmeden konuşuyor olma ihtimali olmayan bir tanıdığıma sordum. Hayko'nun Margulies'le aynı siyasi gruptan olduğunu söyledi. Söz konusu grubun Margulies ve Doğan Tarkan gibi önde gelenlerine referandum öncesi AKP yanlısı medyada sık sık kürsü verilmişti. Tabii 'yetmez ama evet' tavrı, mavzubahis grubu aşan, pek çok aydının da içinde yer aldığı heterojenimsi bir topluluğun politik tavrıydı.  

Solun ortak adayı olarak bir Ermeni yurttaşın TBMM'ye seçilmesi fikrini yürekten destekliyorum. Böylesi bir adayın etnik/kültürel kimliği, "doğal olarak anti-milliyetçi" bir komünist seçmen olan bendeniz için çok önemlidir. Ancak azınlık kimliğinden daha da önemlisi, bu adayın siyasi çizgisidir.  

'Yetmez ama evet'çi kesimlerin önemli bir kısmının samimi şekilde ülkenin demokratikleşmesinden yana olduklarına ve AKP'ye hiç de yakınlık hissetmediklerine inanıyorum. Bu insanların yaptığı, sürecin yanlış değerlendirilmesinden ibaret bir hesap hatasıdır. Tabii şimdi geri adım atmak istemedikleri ve ayan beyan bir özeleştiri vermeye yanaşmadıkları da görülüyor. Olsun. Gene de, söz gelimi, referandumdan 1 ay sonra HSYK seçimlerini AKP iktidarının listesi blok hâlinde kazanınca bu durumu şiddetle eleştiren Ahmet İnsel'in tavrı, dürüst bir aydın tavrıdır. Elbette 'yetmez ama evet'çiler arasında örtük AKP yanlıları, kendini solcu diye takdim etmekte nedense ısrarlı olan liberaller ve çıkarcı kimseler de muhakkak vardır. Ancak ben bu insanların sayısının fazla olmadığına inanıyorum.  

Gelgelelim bu durum 'yetmez ama evet'çiliğin objektif açıdan bir oportünizm olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yukarıdaki paragrafta savunduğum gibi, bu insanların pek azının sübjektif oportünist olduğunu, yani art niyetli olduğunu düşünüyorum. Ancak tartışmasız biçimde AKP'nin değirmenine su taşıyan ve referandum neticesinde bu partinin gücüne güç eklenmesine katkıda bulunan bir politik konumlanış, objektif açıdan oportünizmdir. Soldan alıp sağa vermektir.    

Amacım kan davası gütmek, "vay siz misiniz referandumda evet oyu veren, sizin adayınıza benden oy yok" demek asla değil. Bir özeleştiri ve süratli bir yeniden-konumlanış görmek memnuniyet verici olabilirdi, ancak bunu görmüyoruz. Kaldı ki problem daha derinde; 2007 koşulları farklıydı ama 2011'de ben liberallerle ve  sol liberallerle aynı politik hatta yer almak, aynı cephenin parçası olmak istemiyorum. Bu yazıda eleştiri konusu ettiğim kesimler, olaylar karşısındaki genel tavırları itibariyle, referandum öncesindeki bir aradalıklarını  muhafaza ediyorlar. 5 ayda köklü bir ayrışma yaşamaları da tuhaf olurdu zaten. 

Dolayısıyla, komünist seçmen Burak olarak "Ermeni adaya kesinlikle evet, yeter ki yeterince solda dursun" diyorum, naçizane.   

Yazımı da yapıcı önerilerle tamamlamak için, "neden Masis Kürkçügil İstanbul 2. Bölge'de solun ortak adayı olmasın?" diye soruyorum. 

Hadi birkaç isim daha önereyim. Hem Ermeni, hem kadın, hem genç, hem de sosyalist kimliklerine haiz, geçmişte sosyalist siyasetin içinde yer alan ve halen Evrensel gazetesinde yazarlığını sürdüren Janet Barış  neden olmasın?  

Ermeni kökenli olmamakla birlikte, gerek engin entellektüel birikimini müşahade ettiğimiz, gerekse yıllar boyu ÖDP'de aktif siyasetle uğraşarak fazlasıyla "pişen" Foti Benlisoy  neden olmasın? Bu tür hasletler itibariyle kardeşinden geride kalmayan Stefo Benlisoy neden olmasın? 

Ancak 2007'de Baskın Oran'ın adaylığında olduğu gibi bir emrivaki ve dayatma yapılır, bir isim (herhangi bir isim) bir grup aydının "öyle uygun görmesi" neticesinde Milletvekili Adayı ilan edilirse, işte o zaman işler çok tatsız olur.  

Tabii çok önemli bir konunun da açıklığa kavuşması gerekiyor. BDP, politik bakımdan ve objektif açıdan oportünist konumunda bulunanlarla mı ittifakı tercih edecek,  yoksa 'hayır'cısı ve 'boykot'çusuyla sosyalist solu mu? Bu manzaranın açıklığa kavuşmasını merakla bekleyeceğim.   

18 Şubat 2011 Cuma

N. Alçı vakası üzerinden yaygın 'güçlüye yanaşma' olgusunun incelenmesi

Burak Cop 
19 Şubat 2011

Bir kitapta okumuştum, İç Ege bölgesinde bir kentte (Kütahya mıydı Uşak mı, yoksa başka bir yer mi hatırlamıyorum. Kitap da yanımda değil) bir genelevin girişinde şöyle bir yazı asılıymış: 'Büyük insanlar fikirlerle, normal insanlar olaylarla, küçük insanlar kişilerle uğraşır'.  

Küçük insan olmaktan imtina etme refleksimden midir bilmem, kişilerle uğraşan yazılar yazmaktan gerçekten hoşlanmam. Bunu yapan insanlar var basında, rezilce dedikodu yapıyorlar, hele bir de habis kişiliklere sahipse bu köşemenler, ortaya koydukları ürünler tam fecaat oluyor. Oray Eğin ilk aklıma gelen isim, zira, sanırım yazılarının yarısından fazlası bu niteliğe haiz. Hıncal Uluç da bu türün artık iç bulandırma raddesine gelmiş, köhne bir örneği.  

Okumakta olduğunuz yazı ilk bakışta "kişi"yle alakalı gibi görünebilir gözünüze. Konu ettiğim kişi, Akşam gazetesinde köşe dolduran Nagehan Alçı. İnternette kolaylıkla ulaşılan kendisine dair bilgilere baktığınız zaman altyapısı, eğitimi ve habercilik denen şeyi yaptığı dönemde ortaya koyduğu eserler (röportajlar vs.) itibariyle vakt-i zamanında iyi bir gazeteci adayı imiş, bu görülüyor. Gelgelelim köşe yazmaya başladıktan sonra, belki de biraz Türk medyasının sefaletinden mütevellit, çizgisini çok bozmuş.  

Bu yazının odağında spesifik bir kişi yer alıyor. Ama başka örneklerle de destekleyerek bir tümevarıma ulaşmada kullanacağım bu kişinin yaptıklarına dair naçizane analizimi. Varacağım tümevarımı da şimdiden söyleyeyim (zaten orjinal bir şey de değil): 

Kimi insanlar, iktidar erkini elinde bulunduran güce (siyasette parti, şirkette yönetici, spor kulübünde başkan vs.) organik bağlılıkları yoksa, bu güç henüz kendini konsolide edip sahip olduğu erki arttırmaya başlamadan önce ona mesafeli duruyorlar. Ancak gücün elindeki iktidar kudreti yoğunlaşmaya başladıktan sonra, esasen o güçle organik bağları olmadığı için ya o güçten uzaklaşmaları, ya da hiç olmazsa eski pozisyonlarını korumaları gerekirken, tam tersini yapıyorlar. Güce yakınlaşıyorlar, yandaşlaşıyorlar. Bunu neden yapıyorlar peki? Her vaka tekildir. Ama tabii akla gelen ilk şey oportünizm.  

22 Temmuz 2007 seçiminde Roni Margulies'le beraber İstanbul 2. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayı Baskın Oran'ın kampanyasında çalıştık. Önceden de tanırdım Margulies'i, sevdiğim ve abi dediğim bir insandı (bugün görsem yine abi derim). Kampanya sırasında da hukukumuz iyice gelişti. 

Seçim akşamı henüz sayım sürüyordu. Oran'ın, iyi bir oy almakla birlikte, seçilemediği anlaşılmıştı. Kampanya aktivistlerinin toplanmak üzere önceden sözleştiği Tophane Tütün Deposu'na Margulies'le beraber gidiyordum. AKP göz kamaştırıcı bir zafer kazanmıştı. "Ne olur bundan sonra?" dedim. Roni Abi mealen, AKP'nin bundan sonra, 1950'lerin ikinci yarısındaki DP gibi şımarıp otoriterleşebileceğini söyledi. Ama tabii seçim sonucundan kısmen de memnundu, CHP'nin birinci parti olmasındansa AKP'yi tercih ediyordu.  

Aradan geçen 4 yılda Roni Abi'nin öngörüsü doğrulandı. AKP gücünü arttırdı, geleneksel devlet iktidarını yenilgiye uğrattı, sandık-dışı bir yolla iktidardan edilme olasılığını ortadan kaldırdı. Ve git gide otoriterleşti, otoriterleşiyor. Neler olduğunu hepimiz biliyoruz, tekrara gerek yok. 

Bu durumda, AKP'li olmayan bir insandan ne beklenirdi? 2007'den beri olanları zihninizde canlandırın, o yıldan içinde bulunduğumuz 2011'e kadar her geçen sene uzaklaşmalıydı AKP'den. Söz gelimi 2009'da 2008'e göre daha fazla tavır almalı, geçen referandumdan sonra ise siyaseten baş düşman olarak bellemeliydi. Ama beklenenin tam tersini yaptı Roni Abi. Şahsen tanıdığım için bu kadar net ahkam kesebiliyorum; 2007 seçimleri sonrasında git gide, seçimlerden öncesine oranla daha hayırhah bakar oldu AKP'ye. Artan bir biçimde.

Bir diğer örnek de, Yiğit Bulut adlı yurttaş. Vakt-i zamanında (maalesef) birkaç kez aynı ortamda bulunmak zorunda kaldığım için gayet iyi biliyorum; kendisi MHP çizgisindedir (veya çizgisindeydi). AKP iktidarına, tam miladı bilemeyeceğim ama, yakın zamana kadar gerici bir noktadan, milliyetçi bir noktadan muhalefet ediyordu. Yeterince milliyetçi bulmuyordu AKP'yi. Ancak bir ara ne olduysa oldu ve kesif bir yandaşa dönüştü. Tabii bu arada, kendisinin şu andaki siyasi çizgisini bilmiyor ve merak etmiyorum, ama AKP'nin MHP'leştiği bir dönemde bulunuyor olmamızdan ötürü eski milliyetçi çizgisinden büyük oranda sapmak zorunda kalmadığını zannediyorum. Bu da konjonktürün kendisine getirdiği bir şans olsa gerek.  

N. Alçı da ne yazık ki bu yazıda konu ettiğimiz tipolojiye uyan insanlardan biri oldu. Çok değil 2009'da AKP'yi ve liderini açıkça eleştiren bir tutumda iken, gene tam miladı bilemiyorum, 2010'da bir vakit keskin yahut keskine yakın bir dönüş yaptı. Şimdi Oda TV vakası üzerine yazdıklarıyla, NTV ekranında Mirgün Cabas'ın programındaki tavrıyla, gerçekten utanç verici bir profil sergiliyor. Burada yer doldurmayayım, Ekşi Sözlük'e ismini yazarsanız N. Alçı'nın son birkaç yıldaki "serüveni" ve 15-17 Şubat tarihli iki yazısı ile 17 Şubat'ta NTV ekranında söyledikleri hakkında yeterli miktarda bilgi ve isabetli yorum bulabilirsiniz.   

Hayat ilginç. N. Alçı ile kişisel hukukum minimal düzeydedir. 2005-6 yıllarında çalıştığım TV kanalı ile onun çalıştığı gazete aynı patronaj altındaydı (hâlâ da öyle). Böylece bir şekilde tanışmış bulunduk. Ben 2006'nın Mart ayında AKP ile ilgili, partinin siyasi çizgisini, ideolojisini, örgütsel ve ideolojik köklerini, geçirdiği evrimleri vs. inceleyen, epey özen gösterdiğim ve materyelini zengin tutmaya çalıştığım bir belgesel hazırlamıştım. O dönemde (2006) AKP'ye karşı, 2008 başından itibaren tasfiye edilmeye başlanacak olan kadrolar ve işbirlikçilerince otoriter-statükocu-tutucu-milliyetçi (ulusalcı denen varyantından) bir muhalefet yürütülüyordu.

Bu muhalefet yarı açık, yarı da gizli-kapaklıydı. Ve bu insanların Türkiye tasavvuru son derece anti-demokratik, muhtemelen Kürtlere, demokratlara, sol güçlere kan kusturulacak bir ülke idi. Bunun karşısında ise AB reformları vs. gibi konularda CHP'ye göre daha ilerici bir yerde duran (ya da başarıyla kendini öyle sunan) bir AKP iktidarı vardı.  

Tam da "Şu Çılgın Türkler" dönemi... Ama henüz o melun suikastler, katliamlar yapılmamış. Ancak memleket genelinde kabaran bir ulusalcı hava var, bu çok net hissediliyor. AKP'nin de bir sonraki yıl iktidarda kalıp kalmayacağı, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ne olacağı belli değil. Merkez sağda DYP dikkate alınması gereken bir aktör. Erkan Mumcu liderliğindeki bir grup AKP'li de ANAP'a geçmiş, bu parti mecliste grup kurmuş.  

Yani AKP için bugünkünden çok farklı bir ortam, konjonktür... Her neyse, ben de o belgeseli yapmışım, işlediğim temalardan biri, AKP'nin Milli Görüş partileri gibi olmadığı, İslamcı olmadığı.  

N. Alçı ile karşılaştım yemekhanede, kısa bir sohbetimiz oldu. Belgeseli izlemiş. Beni, üstü örtülü ve kibar bir şekilde, iktidara fikren yakın olmakla eleştirdi. Bir şey demedim, dürüst olmak gerekirse Mart 2006 itibariyle AKP bana CHP'den daha uzak bir parti değildi.   

Şimdi koşullar çok farklı. AKP artık Türkiye'yi bizzat ve tek başına dönüştürüyor, otoritesini sağlamlaştırdı, devlet katında da toplum katında da kök saldı. Sağcı-otoriter politikalar, muhafazakar bir hava, kurşun gibi ağır bir hava, Türkiye'nin üstüne çökmüş durumda. AKP Haziran'daki seçimi de kazanacak. Demokrasi güçleri başta olmak üzere siyasal muhalefet için zor, çetin bir 4 yıllık dönem ufukta görünüyor. 

Ben zaten dünya görüşüm gereği hiçbir zaman AKP'ye yakın olmadım. Ama 0'dan 10'a  kadar bir skala üzerinde göstermek gerekirse, 2007 ortasında AKP'ye 5 birim uzaktım, 2008 sonunda 7 birim, referandum öncesinde 9 birim, şimdi ise 10 birim. Herkese kendi yaptığı doğru gelir tabii, ama bence olması gereken de buydu.   

AKP'lilere lafım yok, ama gelin görün ki AKP'li de olmadıkları hâlde pek çok insan bu zaman zarfında benim gittiğim yolu tersinden kat ettiler. 

Şimdiyse şundan endişe etmiyor değilim; günün birinde CHP iktidara gelecek ve ben peyderpey CHP'den uzaklaşacağım, ama CHP çizgisinde olmayan birileri (aralarında belki bu yazıda ismi geçen arkadaşlardan da bazıları olacak!) zamanla 'altıok'ta bazı erdemler keşfetmeye başlayacak...