10 Haziran 2011 Cuma

Ne güzel fırkamızdın sen Osmanlı Sosyalist Fırkası

Burak Cop
11 Haziran 2011

Biri gazeteci, diğeriyse gazeteci olmamakla beraber medya dünyasıyla iç içe olan ve eli de kalem tutan iki arkadaşımla, Hopa'da Metin Lokumcu'nun polis şiddetine bağlı olarak hayatını kaybetmesinin ve genel olarak Hopa'daki olayların protesto edildiği yürüyüşte yan yanaydık. İstiklâl Caddesi'nde iktidarı ve onun polisini olanca öfkemizle, samimi ve haklı öfkemizle tel'in ediyorduk. 

Bir yandan yürüyor, bir yandan sohbet ediyorduk. Taksim Meydanı'na ulaşmıştık. Henüz polis bizi gazlamamış ve biz de geri çekilmek zorunda kalmamıştık. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama söz 2007 seçimlerine geldi. Gazeteci arkadaşım "o seçimi AKP kazandığında sevinmiştim" dedi. Diğeri "ben neredeyse o seçimde AKP'ye oy verecektim" dedi. Ben de "Gerici ve hatta ürkütücü bir çizgide siyaset yapan CHP karşısında AKP'nin başarı elde etmesinden memnuniyet duymuştum" dedim. Öte yandan, gelin görün ki, her üçümüz de uzun zamandır AKP hakkında çok kötü şeyler düşünüyoruz. İktidara olan antipatimiz zamanla arttı ve halen de artıyor. Nasıl artmasın ki? Adama "ama öldü efendim..." diyorlar, o ise "ben bilmem" diyor. Böyle de Müslüman...  (bkz. http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=23977927 ) 

Her neyse... Türkiye'de 2007-2011 döneminde yaşananlar şu açıdan enteresan; bana öyle geliyor ki dünya üzerinde çok az ülkede 4 yılda bu kadar fazla şey olur, bu kadar büyük dönüşüm olur (egemenler arası güç ilişkilerindeki değişim ve bizatihi egemenlerdeki değişim bağlamında). Tabii elinde siyasi kudret bulunan aktörler (düzen partileri, ordu, yargı, polis, sermaye sınıfı ve onun sözcüsü olarak burjuva medyası) 4 yılda 40 yıllık değişimler yaşayınca; halkta, devrimci partilerde, kitle örgütlerinde, muhalif medyada ve aydınlarda da baş döndürücü bir hızla kendini dayatan bir konumlanma, yeniden-konumlanma, yeniden-yeniden-konumlanma vb. ihtiyaçlar hasıl oluyor.

Kafalar karışıyor, saflar karışıyor, mevziler değişiyor. Yeni çatışmalar, hatta yeni düşmanlıklar doğuyor. Eski dostlar birbirlerine giriyor. Enformasyon ve dezenformasyon yağmuru altında bunalıyoruz, bir sene iktidara hücum eden köşe erbabının ertesi sene haysiyetsizce yaltaklanmasına şaşırıyoruz. İnsanız hepimiz, bazen ister istemez "ulan yoksa bende mi bir yanlışlık var, ben mi yanlış yerde duruyorum?" diye kendi kendimizi yokluyoruz. 

Ekşi Sözlük'te biri geçenlerde hakkımda bir şey yazmış. "iyi de bu adam değil miydi sosyalist işçi'de engin ardıç güzellemeleri yazan? buna itirazım yok, yazabilir. şimdi geldiği noktayı görmenizi isterim. 540 derece felan olsa gerek" demiş...

Bana okuduğunuz yazıyı yazdıran, hakkımdaki bu entry. "Hakkımda olumsuz bir şey yazılmış, aman hemen tekzip edeyim" gibi bir gayretkeşlik içinde olmadığıma inanmanızı isterim. Tabii Ekşi Sözlük yazarı olsaydım o 'entry'nin altına "hayır o öyle değil, böyle" gibi bir şeyler yazabilirdim. Ama o platformda söz söyleme imkanım yok. Ayrıca bizatihi o entry çok önemli bir şey değil, onun içinde yer aldığı bağlam benim için önemli (bu bağlamı yukarıdaki paragraflarda açıklamaya çalıştım). Bu yüzden o 'entry'deki eleştirinin neden haksız olduğunu ifade etmek istedim. 

2007 Yazı'nda Roni Abi'nin (Margulies) davetiyle Sosyalist İşçi gazetesinde medya eleştirileri yazdım (Temmuz ve Ağustos aylarında). Bu gazeteyi çıkaran DSİP adlı partiyle hiçbir zaman organik bir bağım olmadı. O dönemde ÖDP üyesiydim, halen de ÖDP üyesiyim. DSİP'lilerle Baskın Oran ve Ufuk Uras kampanyalarında, alanda beraber çalıştık. Pek çoğunu böylece tanıma fırsatı buldum. Pek çok ÖDP'liye (ve belki diğer örgütlere üye olan yahut örgütsüz insanlara da) yaptıkları gibi, beni de kendi partilerine katılmaya davet ettiler. Başka örgütlerdeki insanlara yönelik bu tür kanca atma eylemlerini sıkça yaparlarmış, sonradan öğrendim. Neyse... 

Ben 2 ay boyunca Sosyalist İşçi'de medya eleştirileri yazdım, ancak akabinde buna son verdim. Roni Abi devam etmemi tercih ediyordu, ancak, özellikle de çekişmeli geçeceği belli olan ÖDP kongresi (Ekim 2007 başındaki) yaklaştıkça, başka bir partinin yayın organına yazıyor olmamın kendi partimde hoş karşılanmayacağı hususunu anlayışla kabul etti. Açıkçası ben de bu sebepten ötürü orada yazmayı bırakmak istiyordum. Üyesi olduğum parti içindeki çalışmalarım ve yoldaşlarımla ilişkilerim, başka bir partinin yayın organında bir kürsüm olmasından daha kıymetliydi benim için.  

Hakkımda yazılan 'entry'de, Engin Ardıç için "güzelleme" yazdığım savunulmuş. Bunun tam da doğru olmadığını düşünüyorum. Hele ki 4 yıl önceki bu yazıyı bugüne taşıyıp "alenen yandaş bir gazetenin en pespaye iki köşe yazarından birine güzelleme çekmiş" diye düşünürseniz, olay iyice mecrasından çıkar. Çünkü o yazıyı kaleme aldığım dönemde (Ağustos 2007) Ardıç, başka bir gazetede (Akşam'da) yazıyordu. Bugünkü gibi gözü dönmüş bir AKP amigosu olmaktan ziyade, CHP'nin gericiliğine vurup duran, bu partinin tarihindeki lekeli dönemleri gözler önüne seren, o günlerin milliyetçilik batağına boylu boyunca batmış ve bürokrasinin bir kısmıyla ittifak ilişkisi içinde olan CHP'sine karşı; mealen "sol bu değil, demokratlık bu değil" yazıları yazan bir isimdi. 

Ardıç daha sonra Sabah gazetesine transfer oldu ve tam anlamıyla "yerini buldu". O en ufak bir saygı kırıntısını bile hak etmeyen, iktidarın yapış yapış özgüvenli dilini benimsemiş, iktidarın tepeden bakma refleksini içselleştirmiş, hakaret ve küfür dozu bir önceki gazetesindeki yazılarına göre 5 kat artmış yazılarını yazmaya başladı. Aslında bilenler için, eski Engin Ardıç oldu. Tanınırlığı da Akşam'dakine göre birkaç kat arttı.    

Benim 11 Ağustos 2007 tarihli Sosyalist İşçi'deki yazımda Ardıç'ı övme gerekçelerim de, sanırım hiç de öyle 540 derece falan dönmüş olmadığımı ortaya koyuyor. Yazıdan birkaç cümle: 

"(...) Ardıç yazılarını sınıfsal analizlere dayandırıyor, tarih üzerine yazarken de tarihsel materyalizm anlayışını gözetiyor. Geç Osmanlı döneminden bugünün Türkiyesi'ne 'değişim'i sınıflar arası çelişki ve mücadelelere bağlıyor. Hem bundan ötürü, hem de entellektüel birikimi itibariyle 'sol'un ne olup olmadığını gayet iyi bildiği için, Türk siyasetindeki ana damarlardan milliyetçi (ulusalcı)-kemalist-bürokratik fikriyatın aslında zannedildiği gibi "sol" falan olmadığını netçe ortaya koyuyor (...)"

En azından şunu söyleyebilirim ki, aradan geçen zamanda ben hâlâ milliyetçiliğin/ulusalcılığın ve Kemalizm'in sol olmadığını düşünüyorum. Fikirlerim aynı. Ancak şu da bir gerçek ki, 1930'ların tek parti diktatörlüğünün Kemalizmi yahut Baykal dönemi tutuculuğu ve statükoculuğu (2000-2010) sola ne denli kapalıysa; katı Kemalizm'in demokratik bir muhtevayla sulandırıldığı dönemlerde de CHP/SHP'nin sosyal demokratlaşması mümkün olabilmiştir (CHP 1973-80, 80'ler sonu ve 90'lar başındaki SHP, ve bugünkü Yeni CHP). O ayrı bir konu. Ama tabii ki burdan gene bir sosyalizm, devrimcilik çıkmaz. Zaten bu yüzden başka bir partiye üyeyim.  

"Her yazdığına katılmayabiliriz" dediğim Engin Ardıç hakkındaki, son olarak, şu satırlarımı alıntılamak isterim: 

"Engin Ardıç'ın Türkiye'de olup bitenlere ışık tutan analizlerinden bahsettim, ama bunu da aşan bir marksistleşme de söz konusu sanki (...) Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç seçimlerde oy vereceği partinin Ahrar Fırkası (2. Meşrutiyet döneminin İttihatçı karşıtı liberal muhalefet partisi) olduğunu açıklayınca Engin Ardıç da Osmanlı Sosyalist Fırkası'na oy vereceğini yazdı. Dedesinin partisiymiş, rahmetli (yanlış hatırlamıyorsam) tersanede tornacıymış"  

Sizce Ardıç aynı şeyi bugün de yazar mı? Hadi yazdı diyelim, inanan çıkar mı?