29 Eylül 2010 Çarşamba

Bağımlılık teorisi ve 12 Eylül

Bu yazım 3 yıl önce BirGün gazetesinde yayınlandı. Konusunun öneminden ve içeriğinden bir şey kaybetmiş değil. Mamafih okurlarıyla :) paylaşmak istedim... 
-----------------------------------
Burak Cop
12 Eylül 2007

20. yüzyılın ikinci yarısında çağdaş Marksist düşünceyi en çok etkileyen düşünce okullarından biri Bağımlılık Teorisi'dir (BT). Bu akım esasen belirli ekonomik gelişim aşamalarından geçen toplumlarda demokratikleşmeye doğru bir eğilim olacağını öngören Modernleşme Teorisi'nin zıddı gibidir.

Merkezî kapitalist ülkelere ekonomik açıdan bağımlı çevre ülkelerinin içinde bulundukları sömürü ilişkilerinden dolayı bağımlılık çarkını bir türlü kıramadıkları, fasit bir daire içine mahkûm oldukları tespitini yapar BT; Çevre ülkelerinin ekonomilerine hâkim olan çokuluslu şirketlerle bu ülkelerin kalkınma ihtiyaçları arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Çevre ülkelerinin bağımlılık kısır döngüsünü kıramamalarının yapısal nedenleri ise bu ülkelerin hammadde ihracında karşı karşıya bulunduğu dezavantajlı ticaret hadleri, zaten az sayıda olan ihraç mallarının uluslararası piyasalardaki fiyat dalgalanmaları karşısındaki kırılganlığı ve gene az sayıdaki gelişmiş ülkenin ticarî partnerliğine, yardımlarına, yatırımlarına ve borçlarına muhtaç oluşlarıdır.

Tabii Türkiye'nin ekonomisi ne günümüzde, ne de bu yazıda az sonra konu edilecek olan '70'lerin sonunda yukarıda sunulan tablodaki kadar sefil olmuştur. Türkiye'nin daha ziyade, merkez ve çevre ülkelerinin arasında yer alan bir yarı-çevre ülkesi olduğunu söylemek mümkün. Öte yandan BT'nin Türkiye'yi daha fazla anımsatan önermeleri de mevcut. Örneğin klasik marksist iktisatta 'enflasyon'a yer verilmezken, BT çevre ülkelerindeki enflasyonun yapısal nedenleri üzerinde durur. Bu nedenler de hammadde ihracına dayalı ekonomi, tarım sektöründe düşük verimlilik ve gelir dağılımındaki bozukluktur. Tarımdaki düşük verimlilik gıda ithalatına yol açar, gelir dağılımındaki çarpıklık ise ithal lüks tüketim mallarına talebi arttırır. İthalat arttıkça da ödemeler dengesindeki sorunlar artar. 1950'lerden beri yüksek enflasyon sorunu olagelmiş Türkiye'ye çok da uzak olmayan manzaralar.

BT'nin hele bir de çevre ülkelerinde ekonomik gelişmenin belli bir aşamasından sonra otoriter siyasi rejimlerin baş göstermesine dair önermeleri var ki, işte onlar 12 Eylül'ün niye olduğunu mükemmelen açıklıyor. Guillermo O'Donnell'a göre ithal ikamesine dayalı ekonomilerde (örneğin 24 Ocak Kararları öncesi Türk ekonomisi) görece düşük sermaye birikimi ihtiyacı işçi sınıfının kalkınmadan nasiplenmesinin ve siyasal sisteme katılımının önünü açar (bakınız Türkiye'de post-27 Mayıs dönemi). Bu dönem sanayileşmenin kolay aşamasıdır. Ne var ki bu kolay aşama geride bırakıldığında, yani daha sermaye-yoğun bir aşamaya geçildiğinde, sermayeye olan ihtiyacın artması tüketimin azaltılması gereksinimini beraberinde getirir ve bu da ancak emeğin bastırılmasıyla mümkün olur. 24 Ocak Kararlarının 12 Eylül öncesi Türkiye'de uygulanmasının mümkün olmaması örneğiyle de koşut biçimde, kapitalizm daha hızlı bir sermaye birikimi sağlayabilmek için işçi sınıfının direnişini, sendikaları demir yumrukla bastıracak otoriter bir rejimi destekler. Türkiye'de büyük sermayenin 12 Eylül'e verdiği desteğin kuramsal açıklaması işte O'Donnell'ın çizdiği bu çerçevedir.

Alfred Stepan'a göre otoriter rejimde sağlanan ekonomik büyüme ordu tarafından da memnuniyetle karşılanır. Çünkü böylece hem komünizmin dar gelirli kitlelerin gözündeki çekiciliği azalır, hem de ülkenin jeopolitik kıymeti artar. 12 Eylül paşaları da farklı bir şey düşünmemiş olsalar gerekir.

BT ekolünden Fernando H. Cardoso ve Peter Evans, işçi sınıfının ezilmesinin yabancı yatırımları çektiğine işaret ederler. 12 Eylül sonrası gelişmeler BT'cileri bu konuda da yanıltmamıştır. 1975-79 döneminde Türkiye'ye giren toplam yabancı sermaye miktarı 38,5 milyon dolarken (kaynak: Faruk Cömert, Hazine Dergisi, Ekim 1998), 1980-83 dönemindeki fiili yabancı sermaye girişi 366 milyon dolardır (kaynak: Hazine Müsteşarlığı verileri).

Elbette Türkiye'yi 12 Eylül'e taşıyan ve bu yazının konusu dışında kalan sosyo-politik aktörler, faktörler ve süreçler de var. Ben burada çok kısaca 12 Eylül'ü sınıfsal çelişkiler temelinde, Bağımlılık Teorisi düşünürlerinin tespitleri ışığında çözümlemek istedim. Bu yazıyı da darbenin 27. yıldönümünü idrak ettiğimiz bugünlerin anlam ve önemine uygun bir temenniyle noktalamak isterim: Darbeciler yargılansın ve bir daha darbe olmasın!

28 Eylül 2010 Salı

French State Becoming more and more Xenophobic

I wrote this article on September 18th. It has been published at Bianet.org recently. For reaching the text published there please see http://bianet.org/english/human-rights/125074-french-state-becoming-more-and-more-xenophobic  

---------------------------------------

Burak Cop 


The French Government announced that they will shut down the existing 300 Roma camps, claiming they became crime centers. The total number of deportees was 11.000 last year. EU specialist Aktar sees a connection between radical changes of policies and President Sarkozy's run-up to the 2011 elections. 

The anti-immigration legislature (with some hints of xenophobia), weaved by Nicolas Sarkozy at the time of his cabinet membership as Minister of Internal Affairs in 2003, has reached new heights in 2010 by the mass expulsion of the Roma population.
After the European Union membership status granted to Bulgaria and Romania, the Roma living under harsh conditions have opted to benefit from the right to move freely recognized by the Union and have relocated to various countries within the region including France.
The EU has limited the new members with a maximum of 7 years of taking up residency and employment in the founding member states. However there are no limitations on travel. This particular policy has enabled the Roma who have been deported in groups, to travel to France in the past.
France on the other hand had already lifted or relaxed these limitations in 2008 for all new member states including for the citizens of remaining member countries.
However the French Government has announced that they will shut down the existing 300 Roma camps, claiming that these have become crime centers. During the month of August around 1000 people have been sent back to Romania and Bulgaria. The total number of deportees was 11.000 last year.
EU specialist Dr. Cengiz Aktar has commented on the radical changes in the policies despite the 2008 uplifting of the settlement restrictions:
"Recently the weather has turned sour again. The economic crisis has further elevated the situation. In line with these unfavourable developments, severe misgivings of the Sarkozy administration have also surfaced. In fact Sarkozy has started to focus on the 2011 presidential elections. Sarkozy, who until recently used to terrify the elderly French citizens with the threat of Turkey's EU membership, started to seek a new scapegoat since Turkey was no longer a visible source of intimidation. He in turn used some incidents caused by the gypsies as an excuse to go after them.

The public supporters for Sarkozy

The administration has been proclaiming that the recent mass expulsions -criticized even by the United Nations- are in line with the EU regulations.  The opposition Socialist Party and the second largest union confederation of the country, CGT, have given support to street demonstrations held last month. Almost 100.000 people have participated in these demonstrations.
However, as a repercussion of the outcome of the studies indicating that 65 per cent of the French population have been supporting the anti-immigration policies, Sarkozy feels backed up and is not affected by the negative developments.
The truth of the matter is that the problems of these and other immigrant related generations have been more deeply rooted in France. France has been a country of discrepancies in major concepts such as equality of the citizens and discrimination.
France, on the one hand, has keenly embraced the norms of "freedom, equality and fraternity" in 1789, has hosted the 1848 Paris Commune and the 1968 spring, has been a staunch proponent of human rights and democracy, and has produced in every phase of her recent history monumental intellectuals.
However, on the other hand, France has also pursued ruthless policies in her colonies and has abused and mistreated millions of people, has shown immense aggression against the Algerian people during the time of their war of independence -for instance, she has brutally crushed the illegal but peaceful demonstration attended by 30.000 Algerians in Paris in 1961 (The French government has accepted the responsibility of deaths during that fateful day after 37 years, in 1998)- and it is country where people of northern African origins and blacks perceive themselves as second-class citizens.

They are under more "control"

6.5 million people of African and Maghreb (Northern African) origin live in France of today. A British citizen, Michael Cosgrove, who has been living in France since 1990 recounts in an interview in the Guardian that every Saturday when he happens to be on the streets, he always comes across a group of Africans and Maghrebis being asked to present their identity cards "at random". What is very interesting is that he has never experienced such a treatment himself.

They are more "unemployed"

Studies show that covered up racism reigns against the immigrants in France. Very much like the status of African Americans whose representation in the jails immensely exceed their population in the American society, 65 per cent of the total number of inmates in the French jails are of Maghreb and African origin.
The unemployment figures of 2005 show that while the national ratio has been 10 per cent, the total rate of unemployment is nearing 20 per cent in the case of suburban areas inhabited by the immigrants. According to BBC, the unemployment rate of university graduates of "white French" origin is 5 per cent on a nationwide scale, whereas the corresponding figure reaches 26.5 per cent for the citizens of African origin.
The anti-racist organization 'SOS Racisme' has arrived at the conclusion following a research that in the case of two CVs looking almost identical; if one belongs to an African origin person, it is highly unlikely that there will be a favourable response to the applicant, and furthermore admission into the night clubs are biased and are based on the physical appearance. What is more interesting is that the more educated people of immigrant descent are faced with more discriminatory acts as compared with the less educated ones.

The Immigration Act has been more tightened up

On top of all these negative developments and handicapped environment, the French Government has been persistently sowing the seeds of discrimination lately. In 2006 a new legislation has been enacted to complicate and thus help limit the migration of those who will be labelled as unskilled and those who are alien to the "French Culture" -therefore we learn that there is a singular French culture! (Britain has also resorted to similar precautionary measures in 2009).
Sarkozy, who has come to power by the rhetoric that he will rid the country of the immigrants, has set up the new "Immigration and National Identity Ministry".
Rather than, say, opting for initiatives to deal with adaptability and compatibility issues of the immigrants who set fire in the suburbs of Paris in 2005, the new Ministry chose to create and to impose a "national identity" and has approached the public with questions like "what does it mean to be French?" by way of special web sites, reports Esin Eğriboz, from Bordeaux, for Bianet.org.

Has exceeded the targets!

The main target put forward for the new Ministry has been to deport 26.000 immigrants in 2008 (and the measures taken aim to create actions of "volunteerism" on the part of the immigrants). The minister Brice Hortefeux has puzzled Sarkozy by his high performance: The targeted numbers of people expulted neared 30.000!
Sarkozy nowadays is presenting the existence of immigrants as the source of many of the ills of the country. Following the events of Grenoble where police clashed with immigrants, Sarkozy visited the city of social upheaval and claimed that those who have taken part in the criminal acts would be faced with loss of their citizenships. Following this threat the world witnessed some horrifying scenes of African origin women, some pregnant and with small children, being dragged out of their homes which they refused to leave.
France is moving forward step-by-step to xenophobia, and even to racism with the advent of anti-immigrationary politics.

24 Eylül 2010 Cuma

Feroz Ahmad'la leziz bir söyleşi

Prof. Feroz Ahmad'ı tanıtmama gerek yok. Kendisiyle ntvmsnbc için röportaj yaptım. Hoca halen Yeditepe Üniversitesi'nde akademik yaşantısını sürdürüyor, ve yayınlandıktan sonra çok ses getireceğini tahmin ettiğim bir eser üzerinde çalışıyor. Konusu; Jön Türkler ve Osmanlı Devleti'nde milliyetler sorunu. Röportajda bu eserinden parçalar gördüm gibime geldi. Neyse, orjinal linkleri de sizinle paylaşıp, iki bölüm hâlinde yayınlanan bu uzun ve güzel röportajı buraya koyayım. 
http://www.ntvmsnbc.com/id/25134085/  ve  http://www.ntvmsnbc.com/id/25134503/     

---------------------------------------------

‘Türkiye Cumhuriyeti, geçmişten bir kopuştur’

Dünyaca ünlü Osmanlı-Türkiye tarihi uzmanı Feroz Ahmad, 1923 öncesiyle sonrası arasında bir süreklilikten ziyade kopuşun olduğunu belirtiyor.

Yaşayan en önemli modern Osmanlı-Türk tarihçilerinden Prof. Feroz Ahmad, ntvmsnbc’nin sorularını yanıtladı.
Kürt sorununu konuşarak başladığımız röportaj, Cumhuriyet’e ve onun kurucu ideolojisine dair bir sohbete dönüştü.
Çalışmalarını halen Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölümü’nde sürdüren Ahmad’la söyleşimizin Ermeni meselesine dair ikinci kısmını da kısa bir süre sonra okurlarımızla paylaşacağız.
Kürt sorunu nasıl doğdu?
Geç Osmanlı döneminde Kürt sorunu mevcut değildi. Kürtler “Müslüman Milleti”nin bir parçasıydı. Jön-Türk döneminde bir Kürt sorunu yoktu, ön planda olanlar Kürt aşiretlerinin reisleriydi. Ve bunlar devletin merkezîleşmesinden hoşlanmıyorlardı. Devletin onlara yönelik vergi koymasından, bir takım başka vasıtalarla kontrol tesis etmesinden, yerleşik toplulukları taciz etmelerine engel olmasından hoşnut değillerdi.
Ermeni yerleşik topluluklarına saldırılar düzenlerlerdi ama sadece Ermenilere de değil. Yerleşik Kürtlere de saldırırlardı. Kürt aşiretleri bu dönemde yabancı güçlerin enstrümanları hâline geldi. Çok enteresan bir biçimde, söz gelimi Ruslar, Kürtleri Ermenilere karşı kullanmaya çalıştılar.
Nasıl yani? Ruslar Kürtleri Ermenilere karşı mı kullandı?
Evet. Kulağa garip geldiğinin farkındayım. Mesela 1914’te Bitlis’teki Ermeni toplumuna bir saldırı düzenlendi. Osmanlı hükümeti Ermenileri silahlandırdı. Başkent İstanbul Bitlis’ten çok uzaktaydı. Bölgeye hızlı bir şekilde asker gönderme şansı yoktu hükümetin. Hükümet Ermeni toplumunu silahlandırdı ve onlar da saldırgan Kürt aşiretlerini püskürttü.
Yanlış anlamadım değil mi, Osmanlı hükümeti Ermenileri silahlandırdı. Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştım.
Osmanlı hükümeti son derece zayıftı. Devlet güçlü değildi. Her neyse, saldırgan Kürtler püskürtüldü ve bunların lideri Bitlis’teki Rus konsolosluğuna sığındı. Orada Dünya Savaşı patlak verene kadar kaldı. Bu ve benzeri olaylar bir bakıma savaşın sonuna dek sürdü.
Cumhuriyetin ilanıyla beraber aynı sorun devam etti. Cumhuriyet devleti merkezîleştirmek istiyordu. Bir ulus-devlet kurmak istiyordu. Kürt aşiret reisleri bunu istemediler. Buna bağlı isyanlar oldu. 1925’teki en çok bilinendir, sonra da bunlar devam etti. Kürt aşiret liderleri bir dereceye kadar parlamenter sisteme dâhil edildi, milletvekili yapıldılar. Aralarından bakan olanlar dahi çıktı.
Benim görüşüme göre Kürt sorunu 1960’larda yeni bir boyut kazandı. “Sorun” bu sefer aşiretlerden değil, eğitimli Kürtlerden kaynaklanmaktaydı. Ankara Hukuk veya Siyasal Bilgiler fakültelerinde eğitim gören Kürtlerdi bu kişiler. Kendilerini farklı bir kültürel topluluk olarak görmeye başladılar. O dönemi çok iyi hatırlıyorum zira Ankara’da yaşıyordum. Kendilerini Kürt diye değil, Doğu Kültür Dernekleri olarak adlandırıyorlardı (‘Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ olacak. Akabinde de isimleri ‘Devrimci Doğu Kültür Dernekleri’ oldu. – B.C.). Kürt sorunu “gelişmeye” devam etti ve 1980’ler itibariyle bir ayaklanmaya ve askeri bir soruna dönüştü. Ve bugünlere gelindi.
Kürt çevrelerinde şöyle bir tez vardır biliyorsunuz: Kurtuluş Savaşı sırasında Kemalist liderlik Kürtlere özerklik sözü verdi, 1921 Anayasası’nın yerinden yönetimi mümkün kılan yapısıyla da uyumlu olarak. Ancak 1923’ten sonra, verilen sözler tutulmadı. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Bakın… Denir ki, Jön-Türk döneminde Türk milliyetçiliği vardı. Hâlbuki milliyetçilik değil, milliyetçiler vardı. Sayıları da azdı. İttihat ve Terakki’nin gerçek ideolojisi Osmanlıcılıktı. İmparatorluğu korumak istiyorlardı. Ve imparatorluğu milliyetçi olarak koruyamazlardı. Arapları, Anadolu Rumlarını, Ermenileri ve diğerlerini elde tutmaları gerekiyordu. Bunu sağlayacak olan da Osmanlıcılıktı. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ise ortada imparatorluk kalmamıştı. ABD Başkanı Wilson “Dünya Savaşı sonrasında kurulacak olan devletler, ulus-devletler olacak” demişti. Türkler de bir ulusal ideolojiye gereksinim duydular. Ve Cumhuriyet, daha önce mevcut olmayan bu ulusal ideolojiyi yaratmaya koyuldu.
İmparatorluk zamanındaki lisan “Osmanlıca” diye adlandırılırdı. Osmanlıca gitti, Türkçe’yi yaratmak gerekti. Cumhuriyet bir dil reformu başlattı. Yazı reformu yapıldı. Dil Türkçeleştirilmeye başlandı. Bu 1935’e kadar devam etti. Yani Güneş-Dil teorisi ortaya atılana dek. O günlerde bir İngiliz oryantalist bu teori için der ki; “Dili Türkçeleştirmeye çalışanlar, Türkçe sözcükleri de Türkçeleştirir oldular. Bunu önlemek için Güneş-Dil kuramı ortaya atıldı. ‘Güneş-Dil’e göre bütün dünya dilleri Türkçe’den türemiştir. Dolayısıyla sözcükleri değiştirmenin gereği yoktur, çünkü onlar zaten Türkçe’dir”. Atatürk böylece dil reformunun aşırıya gitmesini durdurmak istemişti.
Uzun lafın kısası, söz konusu olan; bir ulus, bir ulusal dil, bir ulusal kültür yaratmaya yönelik kararlılıktı. Kemalistlerin yapmaya çalıştığı şey; ki burada Kemalist sözcüğünün altını çizmek istiyorum çünkü başka milliyetçiler de vardı, Terakkiperverler gibi…
Onlar da milliyetçiydi, değil mi?
Onlar da milliyetçiydi. Ama farklıydılar. Kemalistler Osmanlı toplumunu dönüştürüp onu artık ataerkil olmayan bir topluma dönüştürmek istiyorlardı. Diğer milliyetçiler ise, söz gelimi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), ataerkil toplumu muhafaza etmek istiyorlardı. Kemalistlerin başlattığı süreç halen devam ediyor çünkü ataerkil olmayan bir toplumu reformlarla tesis edemezsiniz. Bunun için belki birkaç yüzyıl gerekmektedir.
Ataerkillik mevzuunda şunu söyleyemez miyiz: Kemalistlerin yaptıkları reformlar aslında İttihatçılar tarafından başlatılmıştı. Söz gelimi, doğru hatırlıyorsam, kadın öğrencilerin Darülfünun’a (İstanbul Üniversitesi) kabul edilmesi 1917’de olmuştu. Kemalistler İttihatçıların başlattığı şeyi devam ettirdi diyemez miyiz?
Kâğıt üzerinde. Büyük oranda kâğıt üzerinde. Cumhuriyetin kurulma sürecinde buna karşı bir isyan oldu. Şimdi adını hatırlayamadığım bir Şeyhülislam “kadın ve erkek öğrenciler birarada okumamalıdır, günahtır” diye karşı çıktı buna. Kadınlara haklarının verilmesi Türkiye’de büyük bir adımdır, ataerkilliğin üstesinden gelme çabaları bağlamında. Kamusal alan kadına açılmıştır. 1929’da düzenlenen ilk güzellik yarışmasının da arkasında kadınları kamusal alana taşıma arzusu vardır. Bu, Türkiye’deki belki de en devrimci değişimdi.
İttihatçılarla Kemalistler arasında olduğunu söylediğiniz derin farklılığın ataerkillik boyutu konusunda ikna oldum ama başka bir şey soracağım. Jön-Türklerin ideolojisi Osmanlıcılıktı dediniz. Peki Balkan Savaşı sonrasında, ve tabii 1. Dünya Savaşı sırasında, Türk milliyetçiliğinin resmen olmasa bile fiilen devletin resmi ideolojisi hâline geldiğini söyleyemez miyiz?
Yalnızca bir avuç Türk milliyetçisi vardı, “Türk yurdu” grubu gibi. Ama bakın, Balkan Savaşı sonrasında bile Arapları imparatorluğa bağlı tutmak çok önemliydi. Hiç kimse “hadi artık Araplardan kurtulup bir ulus-devlet kuralım” demedi. İTC’nin hedeflerine baktığınız zaman, bunların savaş esnasında daha bile emperyal bir hâle geldiklerini görürsünüz. Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’na girişine dair en yaygın efsanelerden biri, hatalı bir karar verildiği ve savaşın kaybedildiğidir. Hâlbuki 1918 Yazı’na kadar Almanların savaşı kazanabileceklerini düşünüyorlardı. Almanlar 1918 Mart’ından Ağustos’a kadar son bir saldırı dalgası yürüttüler ve bunun sonucunda Almanya’nın Müttefiklere kendi istediği bir barış antlaşmasını dayatabileceği umuluyordu. Bu aynı zamanda Osmanlıların istediği türde bir barış anlamına gelecekti.
Almanlar İTC’ye sordular, savaştaki hedefleriniz nedir diye. Aldıkları cevaplar: Mısır’ı geri istiyoruz. Kıbrıs’ı geri istiyoruz. Arap bölgelerini geri istiyoruz… Osmanlı İmparatorluğu Batı devletlerinden farklıydı. Çünkü Osmanlı Devleti’nde bir anayurt yoktu. Ziya Gökalp’in meşhur şiirini herkes bilir: “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan, vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan”. Turan neresidir? Bir efsane.
Yani coğrafi bir bölge değil.
Değil.
Peki Müslüman bir burjuvazi, Müslüman bir sermaye sınıfı yaratma konusunda İttihatçılarla Kemalistler arasında bir devamlılık görüyor musunuz?
İttihatçılar bir Osmanlı burjuvazisi yaratmak istiyordu. Doğrudur, Müslümanlar imparatorlukta en zayıf unsurdu. Ancak İttihatçılar Rum ve Ermenileri de dışlamak istememişti. Mesela 1917’de ilk Osmanlı milli bankası kuruldu, İtibar-ı Milli Bankası. İstanbul’daki Ermeni toplumu, daha doğrusu o toplumun bankerleri vesaire, bunun arkasındaydı. Osmanlı İmparatorluğu hayatta kalabilseydi bu insanlar önemli roller oynayacaklardı. Ama doğru, İttihatçılar Müslüman bir burjuvazi yaratmak istediler. Çünkü Müslümanlar uzun süre bu faaliyetlerin dışında tutulmuştu. Asker oluyorlardı, idareci oluyorlardı…
Sorunuza dönecek olursak, elbette tarihte devamlılık vardır, keskin kopuşlar yoktur. Ama tarihçi bir konuyu incelerken şunun cevabını arar: Hangisi baskındır, süreklilik mi yoksa kopuş ya da değişim mi? Ben Cumhuriyet’te ikincisinin baskın olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet’i kuranlar bir önceki dönemin Jön-Türkleriydi, bu doğru. Mustafa Kemal de öyleydi. Almanya’da da 1945 sonrası başa geçen insanların çoğu eskiden Nazi’ydi. Bugünkü Papa, Hitler’in gençlik teşkilatının üyesiydi. Ama bu onu Nazi yapmaz.
Dolayısıyla, mühim olan bireyler değildir, bireyler değişir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan pek çok kişi Halife’nin Cumhurbaşkanı olmasını istiyordu (Hilafet Mart 1924’te, yani Cumhuriyet’in ilanından sonra kaldırıldı – B.C.). Halife’nin İslam dünyasındaki ağırlığının Yeni Türkiye’ye büyük bir prestij sağlayacağını düşünüyorlardı. Ama Mustafa Kemal, “Hayır, geçmişten kopmalıyız, bu devamlılığı istemiyoruz” dedi. Bu devamlılık hâlinde reformlar yapılamazdı, ataerkil toplum yapısı devam ederdi. Cumhuriyet’te değişim baskındır, kopuş baskındır.

‘Tehcir muhtemelen bir Alman planıydı’

Ünlü tarihçi Feroz Ahmad, kesin bir belgesi mevcut olmamakla birlikte, 1915 Ermeni Tehciri’nin büyük olasılıkla Almanların planı olduğunu belirtiyor.

Modern Osmanlı-Türkiye tarihi üzerine çok önemli yapıtların altında imzası bulunan Prof. Feroz Ahmad, ntvmsnbc’ye Ermeni meselesiyle ilgili bilinmeyenleri anlattı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun tamamen Berlin’in kontrolü altında bulunduğuna dikkat çeken Ahmad, Ermeni Tehciri konusunda bugüne dek üzerinde pek durulmayan “Almanya faktörüne” dikkat çekiyor.
1915-16’daki Ermeni Tehciri veya bir görüşe göre Ermeni Soykırımı sırasında meydana gelen katliamları homojen bir Türk ulusu ve Müslüman bir burjuvazinin yaratılması hedefinin parçası olarak görmüyorsunuz sanırım. Sermayenin Hıristiyanlardan Müslümanlara transferi…
Bu olmuş olabilir. Ama tehciri, katliamları vesaire daha farklı bir bağlama oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Bu konu benim şu sıralar üzerinde çalıştığım, yazdığım bir konu. Şu aralar ‘Jön-Türkler ve Milliyetler Sorunu’ başlıklı bir eser üzerinde çalışıyorum. O dönemin “Ermeniler”inden söz ederken, İstanbul Ermenilerini, İzmir ve Batı Anadolu Ermenilerini buna dâhil etmemeliyiz. Onlar devrimci değildi. Devrimci olanların bir örgütü vardı; Daşnak. Yani Ermeni Devrimci Federasyonu.
Ben Rum, Ermeni, Arnavut ve Arap meselelerini Osmanlı İmparatorluğu’nun “dekolonizasyon” sürecinin parçaları olarak görüyorum. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) 1913’te, o zamana kadarki programını bir kenara bıraktı ve imparatorluğu adem-i merkezileştirmeye başladı. Araplara ve Ermenilere bir takım tavizler verdi. İTC Doğu’daki, “Ermeni vilayetleri” olarak adlandırılan altı vilayette iki yabancı valinin görev yapmasını kabul etti. Bunlardan biri Hollandalı, diğeri Norveçli olacaktı. Eğer Dünya Savaşı çıkmasaydı neler olacaktı bilemeyiz.
Avrupa’da savaş başlayınca Ermeni devrimcileri bir karar vermek durumunda kaldılar. Ağustos 1914’te kongrelerini topladılar. Buraya İttihatçılar bir delegasyon gönderdi. İTC heyeti Daşnaklara şu soruyu sordu: “Biz Ruslarla savaşırsak sizin tutumunuz ne olur?”. Daşnakların cevabı ise “Ruslarla savaşırsanız tarafsız kalırız” oldu. Bir görüşe göre bu bir hataydı, 1915’teki tehcir ve katliamlara yol açtı.
Bana göreyse bu bir hata değildi. Daşnaklar bir hesaplamada bulunmuştu. Kafkasya’daki Ermenileri de göz önünde bulundurarak bir hesap yaptılar. Savaş olursa kim kazanır diye düşündüler. Yaptıkları hesaba göre savaşı Müttefikler kazanacaktı. Haklı da çıktılar.
Ama, kötü şans, tarihsel koşullar değişti. İngilizler Ermenileri manda altına almak istemedi, Irak’tan memnundular. Fransızlar Ermenileri manda altına almak istemedi, Suriye’den memnundular. ABD Başkanı Wilson Ermenileri Amerikan mandası altına almak istiyordu ama orada da Senato buna izin vermedi. Sonuç; bir Ermeni devleti kurulamadı.
Ermeni devleti anca bir jenerasyon sonra ve şu şekilde kurulabilirdi. Nasıl ki İngilizler Filistin’i manda altına aldılar ve sonra orada bir Yahudi devleti kurulduysa, ki İngilizlerin Filistin’i manda altına almaktaki amaçları aslında bir Yahudi devleti kurmak değildi, amaçları Fransızları Filistin’den uzak tutmaktı… Uzun lafın kısası Ermeni sorunu, bu sorun hakkında okuduklarımızdan daha karmaşık bir meseledir.
Ayrıca katledilen Ermenilerin tam sayısını da bilemiyoruz. 1918-19’a geldiğimizde, yani Versailles Barış Antlaşması dönemine, Bogos Nubar Paşa gibi kişilerin “bir devlet kurmamıza yetecek kadar nüfusumuz var” dediklerini görüyoruz. Rus ordusuyla beraber kaçan Doğu Ermenileri vardı, Arap dünyasında Ermeniler vardı, tüm bunların geri dönmesi ihtimal dâhilindeydi. İstanbul Ermenileri ise İngiliz yetkililerine “bir Ermeni devleti kurulursa biz oraya gitmek istemiyoruz, İstanbul’da kalmak istiyoruz” diyorlardı. Bu biraz da bugünkü Kürtlerin durumuna benziyor. İstanbul’da yaşayan bir Kürt Diyarbakır’a gitmek ister mi? Hiç sanmıyorum.
Sizce İttihatçı liderliğin daha 1. Dünya Savaşı başlamadan önce Ermenilerden “kurtulmak” gibi bir gizli planının olması ihtimali nedir? Böyle bir olasılık var mıdır ve böylesi bir olasılığı destekleyecek kanıtlar bulunabilir mi?
Bakın… Planlar, her zaman yapılır. Bir yerde şunu okumuştum; Amerikalılar Kanada’yı istila etme planı yapmış. Bunu yapacaklar mıydı? Pek düşük olasılıkla. Ama Sovyetler Alaska’dan girip Kanada’yı işgale başlasaydı, ABD de güneyden girecekti. Eminim ki Türk Genelkurmayı’nın Yunanistan’ı istila etme planı vardır. Yunan Genelkurmayı’nın Türk ordusuyla savaşma planı vardır. Planlar hep vardır. Sizin ve benim planlarımız vardır. Milyoner olursam yapacağım şeylerin planı vardır. Peki milyoner olma şansım? Çok düşük.
Dolayısıyla evet, İttihatçıların planları olmuştur. Ama bunlar hükümet planı değildi. Bir Alman’ın 1917 basımı anılarını okudum, İngilizce’ye de çevrilmiş. Diyor ki anılarında, Ermeniler 1916’da evlerine geri dönmeye başlamış. Bu bilgiye başka hatıralarda da rastlıyorsunuz. Tehcir kararının alındığı tarihe bakalım. 27 Mayıs 1915. Neden 27 Nisan değil, neden 27 Haziran değil?
Osmanlı tarihinin o son dönemlerinin akışını değiştiren olay Müttefiklerin Çanakkale saldırısıdır. Harekât Şubat’ta başladı, 18 Mart’ta büyük deniz taarruzu oldu. Türkiye’de Zafer Günü olarak kutlanıyor ama aslında zafer günü o tarih değil. Neyse… 3 Müttefik gemisi mayına çarptı ve battı. Kara harekâtı başlatıldı. Müttefikler karaya çıktığında vaziyet sıkıntılıydı. Almanlar şöyle bir öngörüde bulunmuştu; birkaç hafta veya ay çarpışırız ama sonunda İstanbul düşer.
Bu arada, savaşla ilgili çok önemli bir ayrıntı: Her şeye Berlin’de karar veriliyordu. İstanbul’da değil. Osmanlı ordusu Alman kontrolü altındaydı. Hatta Osmanlı maliyesi bile. Almanlar İttihatçılara şunu söylüyorlar: Eğer Müttefikler Çanakkale Boğazı’ndan geçmeyi başarırsa biz Edirne’ye çekileceğiz, siz de Konya’ya çekileceksiniz.
İstanbul’la Konya arasında Ermeni yerleşimleri var. “Acaba Beşinci Kol olurlar mı?” şüphesi vardı. O dönemde İstanbul Ermenilerine bir şey yapılmadı, çünkü az önce de dediğim gibi devrimci değillerdi.
Bütün bu tehciri İstanbul hükümeti mi planladı? Bunu bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz. Osmanlı belgelerinde Talat Bey, yani daha paşa olmadan önce, Tehcir bölgesindeki tüm valilere talimat gönderiyor, yerinden edilen Ermenilerin mal-mülkünün listesinin tutulması için. Çünkü savaş bittikten sonra o mallar sahiplerine geri verilecek.
Sizce Osmanlı hükümeti o malları sahiplerine geri vermek konusunda samimi miydi?Bilemeyiz. Talat ve Osmanlı hükümeti akılsız (“foolish”) mıydı yoksa samimi miydi? Benim söyleyeceğim şey; Osmanlı hükümeti zayıf bir hükümetti. Anadolu’daki, tehcir sayesinde haksız zenginlik elde eden eşrafın üzerinde kontrolü yoktu. Hükümetin bu insanları durduracak gücü yoktu.
Türkiye’nin halen çok zengin aileleri arasında yer alan kimi ailelere baktığınız zaman, yani herhangi bir isim vermeyeceğim yoksa bana dava açabilirler… O dönemde insanlar Ermenilerin mal, mülk ve arazilerine el koyarak zenginleştiler. Benzer şeyler ABD’de de oldu. Japonlar toplama kamplarına kapatıldıkları zaman oldu böyle şeyler. Ama Amerikalılar sofistike insanlardır, bununla ilgili bir Hollywood filmi bile yaptılar. Spencer Tracy oynar. Seyrettiniz mi?

Hayır.
Neyse, ABD’liler bu yaptıklarını ikrar ettiler.

Bunlar bana şunu hatırlatıyor; Marx Kapital’in birinci cildinde ayrıntılı bir şekilde anlatır burjuvazinin kapitalistleşme sürecinde gerçekleştirdiği ‘sermaye birikimi’ni. Batılı emperyalist güçlerin sömürgelerinin zenginliklerini nasıl talan ettiklerini ve kapitalizm için gereken sermaye birikimini böylece nasıl sağladıklarını anlatır. Çağdaş Türk kapitalizminin oluşumunda da buna benzer bir zora dayalı sermaye birikiminin olması şaşırtıcı değil. Bakın… Ruslar da, daha bu Ermeni meselesinden çok çok önce, geniş topraklardan, bugünkü Ukrayna topraklarından milyonlarca Yahudi’yi sürdüler… Propaganda 1. Dünya Savaşı’nda çok önem kazanmış bir kavramdır. Almanlar söz gelimi, Ruslara karşı Ukrayna ve Gürcistan’daki milliyetçi eğilimleri desteklediler.
Almanlar aynı şekilde Rusya Ermenistanı’nda karışıklık çıkarmak için Ermeni milliyetçilerinden yararlanmak istediler. Ama Çarlık sınırları içindeki Ermeniler Rusya’ya zaten son derece entegre olmuşlardı. Rus ordusunda Ermeni generaller vardı vesaire.
Ermeni devrimcileri aslında Rusya’ya da şüpheyle bakıyorlardı. Ama en nihayetinde bir hesap yaptılar. Türkler savaşı Almanların kazanmasını umdu, Ermenilerse Müttefiklerin.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın da merkezden planlanan katliamlarda rolü olduğuna dair görüşler var. Siz ne diyorsunuz?
Bilmiyorum, ama zannetmiyorum. Tehcirden önce cezaevlerinden suçluların salıverildiği ve silahlandırıldığıyla ilgili iddialar var ama bununla ilgili bir kanıt görmedim, misyonerlerin ve yabancı konsolosların hatıraları hariç. Gördüğünüz gibi ben hatıralara son derece şüpheyle yaklaşan biriyim.
Almanlara dönelim… Almanlar savaşın müzakereye dayalı bir anlaşmayla sona ermesini umuyordu, ama böylesi bir anlaşma durumunda bile Müttefikler onları Ermenilerin katledilmesinden sorumlu tutacaklardı. Müttefikler bunu ilan etmişti. İstanbul’daki Alman Büyükelçisi konsoloslarına talimat vermişti, Anadolu’daki katliamlardan sorumlu olmadığımızı ve hatta bunları durdurmaya çalıştığımızı gösteren bilgiler yollayın bana diye. Böylece belgeli kanıtlar elde etmeye çalıştı, kendisinden hesap sorulursa “bakın biz bu insanları durdurmaya çalıştık” diyebilmek için.
Ama bunlar gerçek dışıydı. Çünkü Almanlar Osmanlı ordusunu kontrol ediyordu. Donanmayı kontrol ediyordu. Her Osmanlı ordusunun bir Alman kurmay başkanı vardı. Enver Paşa’nın altında da bir Alman Genelkurmay Başkanı vardı, Bronsart von Schellendorf.
Yani Ermenilerin tehciri bir Alman planı mıydı?
Muhtemelen. Bununla ilgili elimizde belgeli bir kanıt yok ama muhtemelen öyleydi. Ama söz gelimi 1916 dolaylarında Rumların Ayvalık’tan sürülmesiyle ilgili elimizde belgeli kanıt var. Yunan Kralı aslen Almandı, ve Alman Kayzeri’nin akrabasıydı. Kayzer’e şöyle bir mektup göndermiştir: Liman von Sanders Rumları Ayvalık ve çevresinden sürerek ne yapmaya çalışıyor? Kayzer cevap verir; Rumlar ikiyüzlüler, bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Bu, Londra King’s College’da 1985’te Yunanlı bir öğrenci tarafından yazılmış bir tezde (muhtemelen doktora tezi – B.C.) belgelenmiştir. Tez daha sonra kitap olarak yayınlandı.

"Sol Kemalizm": Hâlâ var mı? - Part Two

Sevgili arkadaşım, Yeditepe Üniversitesi öğretim üyesi Şakir Dinçşahin'den ' "Sol Kemalizm": Hâlâ var mı?' başlıklı yazıma güzel bir cevap, güzel bir katkı geldi. Buraya koyuyorum. Bir ara Şakir'in yazdıklarına istinaden bir şeyler karalayacağım. Onlar da part-3 olacak. 

Burak Cop 
--------------------------------------------------------------------

'Sol Kemalizm': Hala var mı?" başlıklı yazını okudum. Yazıdaki fikirlerin bir kısmına hak verdim, bir kısmını ise bir hayli eksik buldum. Zaten sen de bunun bir "eskiz" olduğunu bellirtmişsin. 
En sondan başlamak gerekirse pre-1945 ve post-1980 Kemalizmi için "sosyalizm düşmanı" demişsin. Bu büyük oranda yanlış bir genelleme. Kırkbeş öncesi dönemde Kadrocular Kemalizmi sosyalizme benzetmeye çalışmışlardı. Bu dönemde "sosyalizm düşmanı olmayan" sol-kemalistlere başka örnekler de vermek mümkün. Mesela, Niyazi Berkes, Behice Boran, Muzaffer Şerif, Sabahattin Ali, Ruhi Su, Pertev Naili Boratav vb. aydınlar kırkbeş öncesi dönemde ilk eserlerini ve fikri mücadelelerini vermeye başlamışlardı. Seksen sonrası dönemde ise Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve SHP çizgisindeki pekçok yazar akademisyen sosyalizm düşmanı olmadıkları gibi Kemalist bir kafa yapısına sahiptiler. Örneklerin çoğaltılması mümkün. 
"Sol Kemalizm kapitalizmin ithal ikameci aşamasının geçici ilerici bir doktriniydi," demişsin. Sanırım o dönemde devletçiliğe planlama kavramı etrafında yapılan vurguyu kastediyorsun. Böylece Kemalizmi devletçiliğe indirgemiş olmuyor musun? Öyle olsa dahi devletçi ekonomiye vurgu yapan bir Kemalist anlayış ekonomik krizler sonrasında tekrardan "moda" haline gelebilir. Aman derim, bu söylediğim ithalatı yasaklamak isteyen emekli generalin saçmalıklarıyla karıştırılmasın. Daha ziyade yeni-devletçi (neo-statist) ekonomik anlayışın son krizler sonrasında ne kadar popüler olduğuna bakarak bu tür Kemalizmin bile yeniden moda olabileceğini iddia edebilirim (bunun bir adı vardı, "retro" gibi birşey diyorlar).
"Ergenekoncuların fikri sefaleti," "Cumhuriyet Gazetesi ve CHP'nin köhneleşmesi," tespitlerinde haksız sayılmazsın. Ama bunun nedeni bunların Kemalizmi, hele de sol-Kemalizmi unutmuş olmaları diye düşünüyorum. Bir adım daha ileri gideyim, sol-Kemalizmi bilmemeleri. Evet, cehaletleri. Sol-Kemalist düşünceyi içine sindirmiş, çağın gereklerine göre Kemalizmi ya da sol-Kemalizmi yeniden tarif edecek aydınlar ya faili meçhul oldular ya da ecelleriyle aramızdan ayrıldılar. Sol Kemalizmi yeniden canlandırmak ne kadar mümkün, bunu bugün kim yapabilir bilmiyorum. Senin de belirttiğin fikri sefalet içindeki bu gruplardan olumlu bir katkı beklemiyorum.

14 Eylül 2010 Salı

AK Parti galip, CHP aynı yerde, MHP mağlup

Referandum gecesi ntvmsnbc için yazdığım değerlendirme yazısı. Orjinal hâli için bkz. http://www.ntvmsnbc.com/id/25130877    

------------------------------------------------

Burak Cop
13 Eylül 2010

İktidar partisinin geçen yılki il genel meclisi seçimlerinde yurt çapındaki oy oranı yüzde 38.8 dolayındaydı. Referandumda evet oylarının yüzde 58'i bulması elbette ki AK Parti oylarında büyük bir sıçrama anlamına gelmiyor. Bu referandum öncesinde SP ve BBP gibi, göz ardı edilemeyecek oy oranı olan iki partinin evet oyu kullanacağını açıklaması ve yüzde 5'ten fazla oy potansiyeli bulunan BDP'nin referandumu boykot etmesi şüphesiz ki evet oranını AK Parti'nin "doğal" oy oranının ilerisine taşıdı.




Başta MHP seçmenleri olmak üzere, genel seçimde başka partileri tercih eden yurttaşların önemli bir kısmının da evet oyu kullandığı, seçim sonuçlarıyla ortaya çıktı.



CHP NE GALİP NE MAĞLUP

Hayır cephesinin (her ne kadar homojen bir cepheden söz etmek mümkün olmasa da) doğal olarak en çok dikkat çeken aktörü olan ana muhalefet partisi, rakamlara bakılırsa, 2009 il genel meclisindeki "kazanımlarını" korumuş görünüyor. Türkiye'nin bir nevi steorotipi sayılacağı için İstanbul'a bakmak fikir verici olabilir. İstanbul'da AK Parti'nin de CHP'nin de "kalesi" konumunda bulunan ilçeleri bir kenara koyup "ortadaki" ilçelere baktığımızda şöyle bir görünüm söz konusu:

Ataşehir'de AK Parti'nin oy oranı 2009'da yüzde 38.7, CHP'ninki yüzde 40.5'ti. Referandumda evet-hayır oranları bu ilçede yarı yarıya çıktı. MHP'nin 2009'daki yüzde 7'den fazla oy oranı da hesaba katıldığında Ataşehir halkının siyasi yöneliminde son bir buçuk yılda bir değişim olmadığı görülüyor. Keza seçmenlerin yüzde 44 evet-yüzde 56 hayır oyu kullandığı Maltepe'de 2009'da CHP'nin oy oranı yüzde 50, AK Parti'ninki yüzde 37'ydi. Burada da seçmen yöneliminde bir değişiklik sezilmiyor. Sarıyer'de de yüzde 56 hayır oyu kullanıldı. 2009 il genel meclisi seçiminde CHP ve MHP oylarının toplamı burada yüzde 55'e yakındı.




NTV'nin referandum canlı yayınına katılan tecrübeli araştırmacı Tarhan Erdem, Kemal Kılıçdaroğlu'nun liderliğe seçilmesinin hemen ardından CHP oylarının yüzde 29'a fırladığını, ancak bugün itibariyle yüzde 24 dolaylarına indiğini belirtti. Bu durum, Kılıçdaroğlu'nun bu gece yaptığı açıklamada da işaret ettiği, CHP'nin propaganda döneminde çok yoğun bir çalışma yürütmüş olması ve en fazla sayıda mitingi gerçekleştiren parti olmasıyla bir tezat görünümü sergiliyor.



ZARF GÜÇLÜ, MAZRUF O KADAR DEĞİL

Söz konusu tezat görüntüsünü, Kılıçdaroğlu'nun medya görünürlüğü ve deyim yerindeyse "şiddeti" yüksek bir muhalefet yürütebilme becerisini, aynı ölçüde dolu bir içerikle desteklememesiyle ilişkilendirmek mümkün. Uzun lafın kısası, propaganda döneminde güçlü 'biçim'in güçlü 'içerik'le desteklenmemesi söz konusu oldu CHP'nin söyleminde. Söz gelimi türban konusunda "bir çözüm bulacağız" denip bu çözümün ne olduğunun açıklanmamasının, buna karşılık Başbakan'ın havuzunun musluğu gibi temalara vurgu yapılmasının seçmende arzu edilen teveccühü uyandırmadığı görülüyor.



Genel seçime giden süreçte, CHP'nin daha içerikli bir söylemle seçmen karşısına çıkması, bu yönde kimi çalışmaların yürütülmesi olasılık dahilinde bulunuyor.



MHP NEDEN "ESAS MAĞLUP"?

NTV'deki erken canlı yayında gazeteci Ruşen Çakır'ın, müteakip canlı yayında da siyaset bilimci Nurşen Mazıcı'nın belirttiği gibi MHP -özellikle de Orta Anadolu'daki- seçmen kitlesini ciddi oranda AK Parti'ye kaptırmış görünüyor. Yozgat, Kırıkkale, Erzurum, Nevşehir ve Kırşehir gibi şehirlerde 2009'daki MHP oyu ile referandumdaki hayır oyu karşılaştırıldığında arada muazzam bir makasın olduğu görülüyor (söz gelimi Erzurum'da hayır oyu oranı yüzde 13. 2009'daki MHP oyu ise yüzde 20'den fazlaydı).



MHP İç-Ege şehirlerinde ise aynı nispette kan kaybetmedi. Hayır cephesinde yer alan ve ulusal ölçekte son derece zayıflamış olsa da Aydın, Manisa ve Denizli gibi şehirlerde hâlâ belli bir gücü olan Demokrat Parti'nin (Adnan Menderes'in memleketi olan Aydın 60 yıldır merkez sağın kalesi konumunda) hayır cephesinde yer alması da, İç-Ege bölgesi kentlerinin çoğunda evet oylarını yüzde 50'nin altında tuttu.



Referandum propaganda döneminin başlangıcında "şiddetli" bir üsluba dayalı muhalefetiyle dikkat çeken MHP lideri Devlet Bahçeli, sürecin sonlarına doğru -bilhassa medya görünürlüğü açısından- Kılıçdaroğlu'nun gerisinde kaldı. Ancak bundan daha önemli olan; Bahçeli'nin "Açılım" karşıtlığına ve milli birliğin zayıfladığı iddisına dayandırdığı, hatta "PKK açılımı" ifadesini sıkça zikrettiği propagandasının milliyetçi seçmen tarafından teveccüh görmediği manzarası.



Buna karşılık, Bahçeli'nin sonuçların belli olmasından hemen sonra yaptığı yazılı açıklamada "Başbakan Erdoğan'ın önümüzdeki yıl gündeme getireceğini açıkladığı kapsamlı anayasa değişikliğinde PKK açılımının ilerletilmesi kapsamında Türkiye'nin milli birliği, milli devlet niteliği ve üniter siyasi yapısının temellerinin yıkılmasını amaçlayan düzenlemelerin yer almasının Türkiye'yi etnik temelde ayrışma, çatışma ve bölünme sürecine mahkum edilmesi kaçınılmazdır" ifadesinin yer alması, parti liderliğinin en azından şu an için aynı çizgiyi sürdürdüğünü gösteriyor.



BOYKOT BAŞARILI: KOPUŞ MANZARASI YARATILDI

Doğu ve Güneydoğu illerinde BDP'nin güçlü olduğu illerde boykot son derece başarılı oldu. Diyarbakır, Van ve dört ilde daha katılım yüzde 50'nin altında kaldı. Özellikle bu oranın yüzde 7'de kaldığı Hakkâri (Çukurca ilçesinde katılım yüzde 4, Yüksekova'da yüzde 3 oldu), siyasal katılım zemininde Türkiye'nin geri kalanından tamamen kopmuş bir şehir görünümü arz etti. Buna karşılık katılımın yüzde 70'e dahi ulaştığı ve gene Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu iller de oldu (Bitlis gibi). Evet oyunun rekor seviyelere çıktığı bu kentlerde aşiret bağları ve dinsel muhafazakârlığın siyasal tercihlere etkide bulunduğu anlaşılıyor.



KÜLTÜREL AYRIŞMA, AYNEN DEVAM

Başbakan Erdoğan'ın CHP'ye dair "sahil partisi" biçimindeki müstehzi yorumuna da konu olduğu üzere, 2007 genel seçiminde ortaya çıkan, Batı ve Güney sahilleri ile Eskişehir gibi birkaç şehrin seçimlerde kırmızıya boyanması, ülkenin geri kalanının ise (Güneydoğu kısmen hariç) başka bir renge bürünmesi hâli bu referandumda da söz konusu oldu. Siyasi kimliğin kültür ve "yaşam tarzı" temeline fazlasıyla bağlı olduğu bir ülke görünümü, Kılıçdaroğlu'nun önümüzdeki dönemde seçmenin oy verme davranışını ekonomik temele oturtma konusunda daha dolgun ve somut çabalara yönelmesini beraberinde getirebilir.



TUNCELİ'YE DAİR KÜÇÜK BİR NOT

Türkiye'nin hayır şampiyonu Tunceli'de (yüzde 81), BDP'nin boykotuna rağmen katılım yüksekçe oldu (yüzde 67). Kılıçdaroğlu'nun ve Kamer Genç'in Tunceliliği ve bu kentteki geleneksel CHP tabanıyla haklı olarak ilişkilendirilen bu durumun ardında, göz ardı edilen başka bir etmen de var. Türkiye genelinde bir gücü olmadığı hâlde Tunceli şehrinde tabanı bulunan sosyalist partilerden Emek Partisi (bu parti 2009'da Tunceli'de İl Genel Meclisi'nde sandalye kazanmıştı ve halen de bir takım ilçe ve belde belediyelerini elinde bulunduruyor) bu referandumda hayır oyu kullandı. Sonuçta en yüksek hayır oyu, Türkiye'de AK Parti'ye 2002'den beri hiçbir teveccüh göstermeyen belki de tek şehir olan Tunceli'den çıktı.

10 Eylül 2010 Cuma

"Sol Kemalizm": Hâlâ var mı?

Burak Cop


Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşımla mailleşmek suretiyle sohbet ediyorduk. Sohbetin bir yerinde, konusu geçti, "sol Kemalizm ile 1980 sonrasının Atatürkçülüğünü karıştırmamak gerektiğini" yazdı. Ona cevabımın bir bölümünü buraya koyuyorum, daha sonra dönüp ayrıntılandırılası (ve daha da önemlisi ampirik verilerle desteklenesi) bir eskiz, bir taslak olarak.

(...)

1966'da 'Kürt Meselesi' başlıklı bir yazı yazan Doğan Avcıoğlu'nu Özdemir İnce'yle, mealen "Kürt meselesi AGİT çerçevesinde çözülmeli" diyen Uğur Mumcu'yu Tuncay Özkan'la aynı yere asla koymam.
Gelgelelim bence sol Kemalizm, kapitalizmin Türkiye'deki ithâl ikameci aşamasının, yani bir geçiş döneminin geçici bir ilerici doktriniydi. Evet ilericiydi, ama 60'lar ve 70'lerde anlamlı olan bu doktrinin günümüzde artık "passé" (eskimiş, geçmiş, aşılmış) olduğunu düşünüyorum.

Sol Kemalistim diyenlere "2010 dünyasında kulağını uzun yoldan ve yarım yamalak göstermek yerine, duru bir sosyalist ol, tam göster" derim şahsen.

Miadını dolduran, varolması için nesnel koşullar ortadan kalkan sol Kemalizm'in (bkz. emperyalist sistemin parçası olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, emperyalist sistemin uzvu olan ordusunda artık 60'lardaki gibi bir anti-emperyalist damarın bulunması ihtimalinin bile söz konusu olmaması, otoriter laikliğin başımıza AKP'yi getirmek suretiyle kesin olarak çöküşü, Kürt halkının uluslaşma sürecini tamamlamak üzere olması, vs.) tutucu bir ideoloji(?) olan Atatürkçülükle ikame edilmesi, artık geri döndürülemez bir durumdur.

Ergenekoncuların fikrî ve eylemsel sefaleti, faşizanlığı tesadüf degildir. Cumhuriyet gazetesinin ve Baykal CHP'sinin köhneleşmesi de tesadüf değildir. Bu dediklerimi CHP de görüyor, kendini çok yavaşça da olsa dönüştürüyor. Tabii bunu yaparken asli kaygısı oy almak, ve büyük burjuvazinin ABD'ci, AB'ci ve İsrail'ci kanadının (yani Tayyip Erdoğan'ın bir süredir açıktan takıştığı İstanbul sermayesinin) her açıdan desteğini ve sevgisini kazanmak.

Sol Kemalizm artık, daha doğrusu çoktandır, bir tür yarı beline kadar suya girmiş olma hâli bence. O suya ya tam girmeli, ya hiç girmemeli. Artık kendini sol Kemalist diye tanımlayan pek kimsenin kalmaması da boşuna değil.

Pre-1945 ve post-1980 Kemalizmleri içinse bir şey söylemek dahi istemiyorum. Onlar sosyalizmin düşmanıdır, sosyalizme düşmandır.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bir de bundan ötürü ayrışmamalı

Burak Cop



Türkiye’de sosyalist solun toplumda tabanı yok gibi. Belki bu durumun da etkisiyle, battı balık yan gider gibi bir halet-i ruhiyeden midir bilinmez, ayrışmalar ve bölünmeler Türkiye sosyalistlerini ince kıyım salata hâline getirmiş durumda. Parti olma iddiasını taşımayan grupların üye sayısının üç basamaklı hanelere ulaşmamasını normal karşılayalım. Peki isminin sonunda parti kelimesi geçen pek çok grubun üç büyük il dışında örgütlenememesine ne demeli? Hadi yola yeni çıkanları da “mazur” görelim, diğerlerine ne demeli?

Bunların arasında dikkatimi en çok çeken; adında hem devrimci, hem sosyalist, hem de işçi sözcükleri geçen parti (ya da “parti”). Kendini Troçkist diye tanımlayan bu grubun İngiltere’deki kardeş partisinin üyelerinin Mayıs ayında British Airways yönetimi ile bu havayolu şirketinin grevdeki çalışanlarını temsil eden sendikanın görüşmesini basmasını BBC’de izlemiştim. Eylem, militan bir sınıf mücadelesinin tezahürüydü. “Bir de bunların Türkiye şubesinin yaptıklarına bak...” diye kendi kendime hayıflanmıştım.

Söz konusu geniş arkadaş çevresi referandum sürecinde tutkulu, ve söz söyleme şansı buldukları kürsülerin Türkiye’deki “yeni iktidarın” sesi olması hasebiyle de oldukça etkili (ya da öyle görünen) bir kampanya yürütüyor. Sosyalist cenah; bu çevre ve fiyaskoyla sonuçlanmış görünen geniş tabanlı sol parti projesi için ÖDP’den kopanların bir kısmının başka bazı gruplarla birlikte kurduğu yarı tabela partisi dışında; referandumu boykot edecek yahut hayır oyu kullanacak.

Önümüzdeki referandum esasen içerik açısından son derece düşük bir öneme haiz. Oylanacak olan 26 maddenin bir kısmı başka kanunlarda yapılan değişikliklerin Anayasa’ya da konmasından ibaret. Geri kalan maddeler ise kısmen olumlu, kısmen olumsuz. Emekçi hakları açısından küçük bir gerilemeden, bireysel hak ve özgürlükler açısından küçük bir ilerlemeden söz edilebilir. Meclisin Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde söz sahibi olacak olması ise içinde risk barındıran bir madde, ancak Türkiye’de güç mücadelesi yürüten iki odağın en nihayetinde büyük burjuvazinin farklı fraksiyonları ve bunların bürokrasi içindeki uzantıları ve destekçileri olduğu düşünülürse; yürütme azıcık daha güçlense ne farkeder, güçlenmese ne farkeder.

İçeriği itibariyle hiç de abartılmayı haketmeyen ve AKP’ye yönelik plebisite dönüşen referandumda, sosyalist siyaset açısından hayır oyunun da boykotun da eşit derecede meşru olduğunu, eşit derecede savunulabilir ve gerekçelendirilebilir olduğunu düşünüyorum. Gelecek sene bir genel seçim yaşayacağımız da düşünülecek olursa, boykot mu hayır mı gibi bir mesele üzerinden sosyalist solda ekstra ayrışmalara, yepyeni bozuşma ve kalp kırmalara mahal verilmemesi gerektiği inancındayım.

Boykot ve hayır cephelerinin birbirlerinden uzaklaşmaları şöyle dursun, ÖDP’den ayrılanların bir kısmının SHP ile birleşmeleri sonucu vücut bulan yarı tabela partisinin üyelerinin dahi dışlanmaması, onlara AKP’nin koltuk değneği muamelesi yapılmaması gerekiyor. Bu partinin, yaşamlarının son 20 yılını solda sürekli yeni bir şeyler “inşa” etmekle geçiren eskimiş yenilikçilerin öncülüğünde kurulmuş olması, üyelerine toptancı bir biçimde “liberal solcu” etiketi vurulmasını gerektirmez. Partinin referandumda evet oyu kullanacağını açıklaması da bunu gerektirmez. Önümüzdeki referandum abartıldığı kadar önemli değildir, hayatımızda pek az etkisi olacaktır. Bir de bundan ötürü karşılıklı kalp kırmaya değmez.