12 Aralık 2010 Pazar

Saçmalığa karşı saçmalık

Burak Cop
12 Aralık 2010

Çanakkale'deki bir panelde Roni Margulies'in saldırıya uğraması içimi cız ettirdi. İnternette karşıma çıkan fotoğrafların birinde Margulies, eli ve bileğine mavi boya bulaşmış hâlde konuşmasını yapmaktaydı. Saldırıya rağmen panel, programda öngörüldüğü gibi sürdürülüp noktalanmış. Bu olmuş hiç olmazsa... 

Margulies'e saldırıyı gerçekleştirenler Gençlik Muhalefeti (bir nevi ÖDP'nin gençlik örgütlenmesi) ve Öğrenci Kolektifleri'nden. Bu sonuncusu, Mülkiye'deki Burhan Kuzu'yu yumurtalama eylemiyle bir anda ülke çapında tanınırlığa kavuştu. Mülkiye'deki eylemleri ne kadar meşru idiyse, bu son yaptıkları da o denli, hadi en hafif tabirle söyleyelim, "anlamsız"dı. 

Margulies ilk defa boya yemedi. Bu iş başına ilkin Beyoğlu'nda ailesiyle yemek yerken gelmişti. Müsebbipler, ÖDP'li gençlerdi. Söz konusu olan bir siyasi etkinlik falan da değildi, nevi şahsına münhasır şair/yazar, ailesiyle yemek yiyordu. Lafı dolandırmadan söylemek gerekirse saçma sapan, çirkin bir eylemdi. Olayı daha sonra ÖDP Genel Başkanı Alper Taş kınamış, ancak enteresandır, partideki gençlerin liderlerinden biri pozisyonundaki arkadaş eylemi sahiplenmişti.  

Margulies neden bu tepkileri çekti, çekiyor? Bu konuda uzun ve apayrı bir yazı yazılır. Açık konuşmak gerekirse ben de Roni Ağabey'in siyaseten durduğu yeri hiç ama hiç benimsemiyorum. Fikir beyan etme ve tartışma düzleminde, onun önemli figürlerinden biri olduğu DSİP adlı geniş arkadaş çevresinin yaptıklarına ettiklerine tepkimi gösteriyorum. "Türk tipi liberalizm" ve salt kimlik siyaseti batağına boylu boyunca batmış bu grubun, hacmi itibariyle, ciddiye alınır bir tarafı yok. Ama içinden geçtiğimiz dönemde liberal/muhafazakâr kamp tarafından seve seve kullanılıyorlar ve, teşbihte hata olmaz, karşı cepheden bizim cepheye bizim dilimizle 24 saat propaganda yayını yapan bir hoparlör gibiler. Sel çekilip kum kaldığında, yani olur a günün birinde müttefikleri konumundaki AKP iktidardan giderse, bu çevre önemsiz bir dipnot olma raddesine gerileyecek. Ama o güne kadar, "söyledikleriyle" mücadele etmek maalesef lazım... 

Her neyse, kendini DSİP diye adlandıran çevrenin genel manada "olayı" bu. İşin bir de hususi olarak Roni Abi'ye ilişkin boyutu var. Roni Margulies, "Türk tipi liberaller"le İslamcıların ortaklık projesi görünümündeki bir gazetede yazıyor. Provokatif yazıyor, hakaretamiz yazıyor, saygısızca yazıyor, Türkiye devrimci hareketinin geçmişini aşağılıyor, olan bitenleri çarpıtıyor, basitleştiriyor, basit mantıkla örülü sığ yazılar yazıyor vs vs... Tüm bunlar Margulies'in ekstra tepki çekmesine sebep oluyor. 

Peki Margulies başına gelenleri hak ediyor mu? Kocaman bir hayır.  

En basitinden, kendisine saldırılmasının esasen, "kolun uzanabildiği" bir insanın hedef alınması niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Burhan Kuzu'ya yumurtalar atılması istisnai bir güzel eylemdi. Ama onun haricinde, Margulies'e (bugüne kadar toplamda 3 kez sanırım) boyalı yumurtalı saldırılar düzenleyen arkadaşları bir AKP'nin, bir ülkücülerin, bir ulusalcıların, bir CHP'nin toplantısında aynısını yaparken görebilir miyiz? Hiç gördük mü? Elbette görmedik ve görmemize de gerek yoktur zaten. Kitlelere devrimci fikirleri aşılamanın muhakkak ki daha akıllıca pek çok yolu vardır. Zaten adı geçen ortamlarda bu tür bir eylemde bulunmanız eşek sudan gelinceye kadar dövülmenize de yol açar. Gerçekten hiç gerek yok.  

Ama Roni Abi'ye saldırılıyor işte. Çünkü ona içimizden çıkan hain muamelesi yapılıyor, kol ona ulaşıyor, "vay sen bizim mahalleden olup da nasıl böyle karşı mahalleyle fingirdeşirsin?" tarzı bir yaklaşıma hedef oluyor. Yahu, tanrı aşkına, bu memlekette Roni Margulies'e gelene kadar bir devrimcinin boya dökeceği en az 60-70 bin insan yok mudur? Dökemediklerine dökmeyip, her seferinde (bildiğim, en az 3 kez) dökebildiğine boyayı boca etmek bana pek öyle mertçe de gelmiyor, kimse kusura bakmasın.  

Bu son saldırının absürdlüğünü katmerleyen şey ise, etkinliğin İnsan Hakları Derneği tarafından düzenlenmiş olması, ve konunun 'barış' olması idi. Hani 'son 3 yıldır Türkiye ne güzel demokratikleşiyor di mi' konulu bir panel olsa, gene anlayacağım... Böyle saçma şey olur mu? Adamı barış panelinde yakaladık, hadi orda boya dökelim. E umumi tuvalette rastlarsan orda da dök bari. Hatta hazırlıksız yakalanırsan, elinde boya yoksa, dön ona çişini yap falan... 

Her neyse, uzun lafın kısası Roni Ağabey'e geçmiş olsun demek istiyorum.  

Peki meselenin karşı-saçmalık boyutu ne? Olayın DSİP adlı 50 ila 100 kişilik arkadaş çevresi tarafından takdimi... Tek kelimeyle sahtekârlık. Polemik namusu, tartışma namusu diye bir şey vardır. Karşınızdakini sırf zor durumda bırakmak ya da mahkûm etmek için onun görüşlerini, eyleminin saikini çarpıtamazsınız. Çarpıtırsanız ahlaksızlık etmiş olursunuz.  

Bu çevre, yapılan gayrı meşru saldırıyı ırkçıların çok-kültürlülüğe saldırısı olarak yansıttı. İnternet sitelerinde okuyoruz ki, eylemcilerden biri "burada barıştan söz edemezsiniz" demiş. Kulağa çok faşizan geliyor değil mi? Verilmek istenen hava bu. Ancak farklı bir kaynaktan bakın ne okuyorsunuz: 

"Burada barıştan söz edemezsiniz. Demokrasi maskesi altında, her fırsatta savunuculuğunu yaptığınız AKP'nin demokrasi anlayışını biz gayet iyi biliyoruz. Geçen hafta, İstanbul'da arkadaşlarımızın yediği dayaktır. Arkadaşlarımızın kafasına inen coptur"

Sadece ilk cümleyi verince Papa'nın New York'ta genelev sormasına benzemiyor mu? 

Bu çevre hiç utanmadan sıkılmadan, yapılan saldırıyı çok-kültürlülüğe, azınlıklara, barışa karşı ulusalcı sosyalistlerin (o da neyin nesiyse) ırkçı bir eylemi olarak resmediyor. Saldırganların (maalesef) üyesi olduğu ÖDP ise Yunanistan'daki sol parti Sinaspismos'u kardeş bellemiş, Türk-Yunan sınırında silahlanmaya karşı ortak bildiri okumuş falan... ÖDP Genel Başkanı her Hrant duruşmasında Beşiktaş Meydanı'ndaki yerini alırmış... Bunların hiçbir önemi yok. Ya kötü niyetten, ya da 6 yaşındaki bir çocuğa mı yorumlatıyorlar olayı nedir, böyle bir goygoyculuk...   

Bu karşılıklı saçmalıklardan sosyalist solun zarar gördüğü ve ne yazık ki görmeye devam edeceği açık.    

8 Aralık 2010 Çarşamba

Güncel Sol yazıları

Sitemiz Guncelsol.com'u yakında kapatacağız. Miyadını doldurdu. 2007 Sonbaharı'ndan bugüne hem Türkiye'de hem de sol siyasette çok şeyler değişti. Güncel Sol hareketimizi de istediğimiz yere taşıyamadık, zaman içinde hareketimiz söndü.

Sitemizdeki 'yazılar' bölümünde yer alan, benim yazdığım kimi metinler var. Site kapanınca bunlar da gidecek tabii. Buraya alıyorum.
~~~

AKP'ye karşı eşitlikçi-özgürlükçü bir hat gerek 

Türkiye’nin emek ve demokrasi güçleri, 22 Temmuz 2007’nin ardından geleneksel devlet iktidarına başarıyla eklemlenen AKP’nin yerel seçimler sonucunda liberal-muhafazakâr hegemonyasını iyice güçlendirmesi tehlikesiyle karşı karşıya. “Doğal” destek tabanını muhafaza edip genişleten AKP, Kürtler ve Aleviler gibi, “doğal” destekçisi olmayan toplum kesimlerine de başarıyla kanca atmış durumda. Entellektüel planda liberal yazarlardan, iktisadi planda sermaye sınıfından, toplumsal planda da Anadolu’yu sarmalamış cemaat örgütlenmelerinden aldığı güçle politik hegemonyasını canlı tutan AKP; Diyarbakır, İzmir, Tunceli ve daha pek çok “kale”yi düşürme peşinde.
Ekonomide kökten piyasacı, toplumsal yaşamda sadakacı ve “rızkınıza razı olunuz”cu, aynı zamanda muhafazakâr ve örtülü otoriter AKP’den halkımıza elbette yarar gelmez. Pek çok seçmenin “hizmet” odaklı hesaplamalarla AKP’ye yerel seçimlerde oy verme durumunda kalacak olması, seçmenin suçu değildir. Halkta “kötünün iyisi” kabilinden AKP’ye mahkûm olunduğu algısını doğuranlar, daha çok eşitlik ve daha çok özgürlük vaat eden bir politik alternatifi yaratamayanlardır. Daha doğrusu, yaratmayanlardır.
Yerel seçim sonrası özgürlükçü ve eşitlikçi bir politik hattın örülmesine katkıda bulunacak oy, örgütlenme ve moral birikiminin sağlanabilmesi için, vatandaş Burak olarak 29 Mart seçimlerinde aşağıdaki adayları destekliyorum:
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için, solun ortak adayı olması ve sosyalist kimliğinden ötürü, Akın Birdal’ı (http://www.akinbirdal.com/v3/) destekliyorum. Bununla beraber, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi halinde, 1994’ten beri İstanbul’da kesintisiz devam eden İslamcı (ya da muhafazakâr) belediyecilik döneminde yapılmış yolsuzluk ve suistimallerin açığa çıkması ve Boğaz’a 3. köprü saçmalığının son bulması gibi sınırlı olumlulukların belki yaşanabileceğini düşünüyorum. Ancak oyum Akın Birdal’adır.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için, Melih Gökçek’ten kurtulmanın kesbettiği aciliyet ve Murat Karayalçın’ın samimi bir sosyal demokrat olmasından ötürü, Karayalçın’ı destekliyorum. Karayalçın’ın birikimini ve projelerini de önemsiyorum.
İzmir’de ve Bursa’da solun ortak adayları Arif Ali Cangı (http://www.turnusol.biz/public/makale.aspx?id=3843&pid=16&makale=Neden%20adayım?) ve İkbal Polat’ı (http://www.ikbalpolat.com/) destekliyorum.
İstanbul Beşiktaş’ı emekçilerin elinden alarak bir rant merkezi hâline getiren, Halk Pazarı’nı ve bir büyük marketi yıktırarak Beşiktaş merkezdeki tek büyük market olarak belediyenin kiracısı olan işletmeyi bırakan, Balık Pazarı’nı sözüm ona modernleştirirken ortaya çirkin bir yapı çıkaran ve belediyenin bütün imkânlarını partisinin propagandası için kullanan CHP’li İsmail Ünal’a karşı, solun ortak adayı Erdal Karayazgan’ı (http://www.erdalkarayazgan.blogspot.com/) destekliyorum.
İstanbul Kadıköy’ün emekçi düşmanı Belediye Başkanı (bkz: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=20891), CHP’li Selami Öztürk’e karşı solun ortak adayı, ekolojist Nursel Şengür’ü (http://www.nurselsengur.com/) destekliyorum.
İstanbul Beyoğlu’nda bağımsız feminist aday Saime Ülfet Taylı Taş’ı (http://www.feministaday.com/) destekliyorum.
Ayrıca, başta İstanbul Şişli bağımsız belediye meclis üyesi adayı Sabri Ender Eren olmak üzere, tüm bağımsız Yeşil adayları (http://www.bagimsizyesiladaylar.com/) destekliyorum.
Bağımsız ortak adaya giden oy çöpe giden oy değildir. Yeni sol seçenek bağımsız adayların alacakları oyların birikimi ile şekillenecek veya şekillenemeyecek… Bence denemeye değer. Geleceğimizi ancak bugünden kurmaya başlayabiliriz.

Burak Cop
14 Mart 2009

-o-

1 Mayıs: İşçinin (?) bayramı (?)

“1 Mayıs işçi bayramı İmalat-ı Harbiye ve Demiryolu işçilerinin düzenlediği bir törenle, bütün dünyada olduğu gibi Ankara’da da kutlandı. Silah Tamirhanesi’nin kapısı zafer takı gibi süslenmişti. Törene işçilerin yanı sıra bazı milletvekilleri ile Rus elçiliğinden gelen görevliler de katıldı… İstanbul’daki sosyalist derneklere, basına, İşçi Birliği’ne telgraf çekilerek Ankara işçilerinin selamları gönderildi”.

Bu satırlar Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler kitabından. Çok emek verilmiş, hacimli bir çalışma. Ama ifade etmek zorundayım ki, okuduğumda bende “yazılmasa da olurmuş” kanaati uyandırmıştı. Bunun sebeplerine bu yazıda girmeyeceğim, çünkü bu apayrı ele alınması gereken, tumturaklı bir konu. Ama kitabın tarafgirliğine örneklerden bir örnek olması açısından küçük bir ipucu verebilirim. Yazar 1922 1 Mayısı’nı böylesine ballandırarak anlatırken, çok değil, yalnızca 1-2 yıl sonra olacakları bilenlerin gözleri en azından bir dipnot arıyor beyhude… “1 Mayıs 1924’te törenler yasaklandı. Çelikkol gazetesi toplatıldı, Aydınlık gazetesi ise basıldı. 1925’te 1 Mayıs’la ilgili bildiri yayınlayan Türkiye İşçi ve Sosyalist Fırkası ileri gelenleri tutuklanarak Ankara’ya gönderildi ve ağır hapis cezalarına mahkûm oldu. Şeyh Sait isyanı gerekçesiyle çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak hükümet, solcular dâhil, bütün muhalefeti ezdi, yasakladı” gibi bir dipnot iyi giderdi mesela.

Türkiye’de İşçi Bayramı’nın kutlanması 1925’ten 1967’ye kadar yasaktı. Kuruluşunda sol aydınlarla temas hâlinde olan, vaatleri arasında grev hakkı bulunan, hatta Mehmet Ali Aybar’ın 1950 seçimlerinde listesinden bağımsız aday olduğu DP, CHP’nin otoriter ve anti-komünist siyasi çizgisini aynen devam ettirmişti. İktidar egemen zümrenin bir fraksiyonundan diğerine geçmiş, ama sol için hiçbir şey değişmemişti. İktidarın bu iki zümre arasında yeniden el değiştirdiği 27 Mayıs dönemi ise Türkiye’de sol akımlar ve sol aydınlar için teneffüs imkânı sağlamıştı. Ama gene de 1 Mayıs’ın “alanda”, kitlesel kutlanması ilkin 1976’da mümkün olabilecekti. Ve bu ilk aynı zamanda bir son olacaktı. Ertesi yıl kana boyanan Taksim, hayret verici bir şey ama, 2008’de emekçi bayramını kutlamak isteyenlere hâlâ kapalı.

Türkiye’de cumhuriyetin kurulduğu yıldan beri olup bitenler, sağcısıyla kemalistiyle “Devlet” erkinin uluslararası işçi bayramına reva gördüğü muameleyi, bir “devamlılık” ve “yeniden-üretim” silsilesinde çok net ortaya koyuyor. Bunlar Türkiye’de solun Devlet’ten yana ne kadar dezavantajlı olduğunu ortaya koyuyor. Yani zaten doğal olarak varolan bir dezavantaj, Türkiye şartlarında daha da katlanılmaz hâle geliyor. Bunun sonucu olarak da 1 Mayıs günü mesela İngiltere’de tatilken, Türkiye’de tatil olamıyor.

Türkiye’de sol açısından ikinci bir handikap ise toplumun geçirdiği evrim sürecinin sola bereketli toprak sağlama açısından yetersiz kalması. Sanayileşmeyi ıskalamış ve yaygın kanının aksine 1950’lere kadar sanayileşme adına ciddi bir hamle yapmamış, toplumu köylü ağırlıklı, ve en aydınlanmacı döneminde ortaya koyduğu Köy Enstitüleri projesiyle en nihayetinde köylüyü köye hapsetmeyi planlamış bu rejimde kuşkusuz toplumsal talepler ileri sürebilecek durumdaki bir emekçi sınıfının belirmesi çok zaman aldı. Türkiye işçi sınıfı, bir sınıf olarak rüştünü ancak 15-16 Haziran 1970’de ispatlayabildi. Bu “geriden gelme” durumu, sol düşünce ve siyaset ile sınıfsal mücadelenin Birinci Dünya Savaşı bittiğinden beri Avrupa’daki en geri seviyesinde bulunduğu günümüzde (Latin Amerika’yı saymıyorum, orası bize her açıdan ırak), muhabir olarak izlediğim için yakından biliyorum; mesela 1 Mayıs 2006’nın koskoca İstanbul’da Kadıköy meydanında yalnızca 25 bin kişiyle kutlanması sonucunu doğuruyor. O 25 bin kişinin de ancak yarısı sendika kortejlerinde yer alan emekçilerdi. Ya da daha güncel bir örnek; bizlerin olmasa da çocuklarımızın geleceğini ilgilendiren yeni sosyal güvenlik yasasına karşı geçen 6 Nisan’da düzenlenen mitinge, basına göre (hoş, haberi okuduğum Sabah gazetesi iktidar yanlısı olduğu için rakam tenzilatlıdır belki) 15 bin kişi katılmış. Hâl böyle olunca da anlambilimsel açıdan “mükemmel” bir burjuva partisi olan AKP yeni yasayı rahat rahat meclisten geçirme gücünü, partinin lideri de 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyenlere ayaktakımı deme cesaretini kendinde bulabiliyor.

Gelelim üçüncü ve son handikapa. Bianet’te okudum, 20 yaşındaki üniversite öğrencisi Nihâl’e sormuşlar 1 Mayıs’a katılır mısın diye. Cevabı: "Ben bugüne kadar hiç katılmadım. Bu yıl da katılamam. Ben istesem bile ailem mani olur. Bir olay çıkarsa, şiddet yaşarsam korkusundan".

Türkiye’nin yakın tarihinde olup bitenler göz önünde bulundurulunca, siyasal eylem, örgütlülük, miting gibi kavramlar bu memleketin orta sınıf “makul” insanlarında refleks kabilinden bir endişeye yol açıyor. Anlaşılabilir bir durum elbette, maalesef. Ve siyaseten git gide marjinalleşen, kitlesellikten son derece uzak, politikliğin ötesine geçmiş, gereğinden fazla ideolojik grupların yapıp ettikleri… Yukarıda 2 yıl önceki 1 Mayıs’tan söz etmiştim, gene aynı örneğe döneyim: Meydana kurulmuş kürsüde sendika yöneticileri kitleye hitap ediyordu ve önlerde yer alan, çoğu da illegal örgütlerden göstericiler, konuşmacıları yuhalayıp ellerindeki nesneleri fırlatıyorlardı. Kürsüye faşistlerce öldürülmüş işçi önderi Kemal Türkler’in eşi Sabahat Türkler geldi, konuşma metnini okumaya başladı. Ama yuhalamalar kesilmedi. Utanç verici sahnelerdi… Şimdi 20 yaşındaki Nihâl’in orada bulunduğunu düşünün. Bence bir sonraki 1 Mayıs’a ailesi izin verse bile katılmaz.

Son bir örneği de geçen Kasım’da Ankara’da tertiplenen ve ana temasını demokratik bir anayasa talebinin oluşturduğu, KESK ve TMMOB gibi kuruluşların öncülüğündeki mitingden vereyim. Konu demokratik anayasa, ama Mao resimli bayraklarla yürüyenleri mi istersiniz, “Kürdistan dağlarında aman da ne güzel isyan olur” tarzı şarkılar eşliğinde halay çekenleri mi… (Üstelik bunu yapanlar bir Kürt örgütlenmesinden de değil ha, Sosyalist Demokrasi Partisi adlı partinin üyeleri). Ben bile, ki siyasi görüşüm bu yazıdan üç aşağı beş yukarı anlaşılıyordur umarım, son derece yabancılaşmış hissetmiştim kendimi o ortamda.

İşte tüm bu handikaplar yüzündendir memleketimde 1 Mayıs’ın hâlâ resmi tatil olmaması, emekçiye bayram değil eza olması, o meydanlarda asıl bulunması gerekenlerin o gün çok farklı yerlerde bulunacak olması. Uluslararası birlik mücadele dayanışma gününüz yine de kutlu olsun!

Burak Cop

30 Nisan 2008
-o-

İkisi aynı şey mi?

Geleneksel devlet iktidarıyla AKP iktidarının birbirlerine sokak tabiriyle “kafa göz girmesi”ni BirGün gazetesi “yiyin birbirinizi” yaklaşımıyla değerlendiriyor. Yazarlardan sevgili Melih Pekdemir’in, söz konusu ihtilafı, taraflarını İttihatçı Ergenekon’la İtilafçı AKP’nin oluşturduğu bir mücadele olarak etraflıca değerlendiren yazıları da “yiyin birbirinizi” yaklaşımının bir nevi detaylandırılmış ve gerekçelendirilmiş hâli.
Olayların bu noktaya gelmesi bir açıdan şaşırtıcı bulunabilir. Başbakan’la Genelkurmay 2. Başkanı’nın Kasım başında ABD’ye gidişinin ardından, nelerin konuşulduğunu hâlâ kimsenin bilmediği Dolmabahçe Mutabakatı’yla başlayan muhabbet bayağı ileri bir noktaya taşınmıştı. Böylece Genelkurmay’ın kamuoyu önünde gerekliliğini açıkça savunduğu fakat AKP’nin ayak sürüdüğü (veya sürür göründüğü) Kürdistan Bölgesel Hükümeti topraklarına harekât gerçekleşmiş, AKP’nin (geleneksel devlet iktidarının CHP’den sonraki, ikincil temsilcisi MHP’nin gözlemciliği altında) yaptığı türban düzenlemesine ise yalnızca “bu konuda görüşlerimiz bellidir” kabilinden bir tepki verilmişti. Basitçe, “ses çıkarılmamıştı”. AKP yaklaşan yerel seçimler öncesi Güneydoğu’da DTP’nin ayağının altındaki halıyı çekmeye başlamış, DTP de AKP’ye karşı adeta kemalistçe bir “gerici bunlar” muhalefetine girişmiş, bununla beraber, paradoksal ama anlamlı bir şekilde mitinglerinde kürsülere imamlar çıkarmayı da ihmal etmemişti. DTP’nin kan kaybetmesi muhtemelen “birilerinin” hoşuna gidecek bir şeydi “irtica” ve “bölücülük” eşit düzeyde tehlikeli addedilmesine rağmen, kaldı ki AKP samimi anlaşma/uzlaşmalara gidilebilen “ılımlı” bir irtica partisiydi ve en nihayetinde bir Türk partisiydi… Ocak başında ise Ergenekoncuların en “pespaye” temsilcileri olması muhtemel kişiler, Hrant’ı ölüme götüren süreçte bizleri çıldırtan/tiksindiren söz ve eylemleriyle ön planda olanlar polis tarafından toplandı. Hepimiz memnun olduk bu son gelişmeyle. Büyük resme bakıldığında ise, Kasım başından beri bir tür uzlaşmanın çıktıları olan; “ben sana bunu vereyim, sen de karşılığında şunu feda et” tarzı bir al-ver sürecinin işlediği görülmekteydi. Bu tabii solcular açısından pek fena bir durumdu zira adeta, Ertuğrul Kürkçü’nin değerlendirmesiyle, Türkiye’de yeniden bir tek-parti iktidarı kurulmuş ve bu sefer “ordunun gücüyle paranın ve dinin gücü halkın tepesinde birleşmişti”. Şahsen Kürkçü’nün değerlendirmesini ben de çok makul bulmuştum.
Gelgelelim Mart ayı bir anda ortalığın kızışmasına sahne oldu. AKP’ye karşı kapatılma davası açıldı. İktidar da sanki bu resti gördü ve Kemal Alemdaroğlu, İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek gibi “ağır” isimler gözaltına alındı. Bu son olanlar ‘hukuk’un Türkiye’de nasıl da amacının 180 derece aksine kullanılan bir ‘araç’tan ibaret olduğunu da trajik biçimde gözler önüne serdi. Tabi arada, yukarıda Kürkçü’nün görüşlerine atıfla ifade etmeye çalıştığım paradigma da bir anda çöküverdi. Bugün bir darbe olasılığı git gide daha çok ima ediliyor. Bu tür işler (hâliyle) kimsenin fikri alınmadan, gizli kapaklı planlandığı için darbenin ne ölçüde sahici bir olasılık olduğunu bilemeyiz, ama pek çok siyasetçinin “rejim krizine gidiliyor” ve pek çok yazarın “bu gidişin sonu kötü” uyarıları bile böyle bir ihtimalin en azından zihinlerde yer etmeye başladığını gösteriyor. Peki ama ne oldu o “uzlaşma”ya? 
Ben en iyisi “yiyin birbirinizi” yaklaşımına döneyim… AKP kelimenin tam anlamıyla bir sermaye partisidir, anlambilimsel açıdan mükemmel bir burjuva partisidir. Bir yandan sosyal devleti iğdiş etmek isterken, diğer yandan dinî içerikli bir hayırseverlik ile fakir halkı sadakaya alıştırmaktadır. 2005’ten beri demokratikleşme adına hiçbir şey yapmamıştır. Muhafazakârdır, ki toplumun muhafazakârlaşması sol açısından tercih edilecek son şeylerden biridir. Ayrıca içinde gayet kuvvetli bir otoriter ve milliyetçi damar da yabana atılamayacak derecede mevcuttur.
Keza Deniz Baykal’ın, AKP’nin Emniyet’te “Fethullahçı” bir kadrolaşma üzerinden kendi derin devletini yaratmaya çalıştığı iddiasını da önemsiyorum, iki sebepten ötürü: Birincisi, geleneksel bir ‘derin devlet’in varlığının, geleneksel devlet otoritesinin bir numaralı siyasi temsilcisi tarafından zımnen kabul edilmesinden dolayı. İkinci olarak da, yükselen riskin, “yeni tehdit”in gayet güzel tanımlanmasından ötürü… Ama gene de unutmayalım ki bu bir risktir, bir tehdittir en nihayetinde. Ergenekon gibi canlar almış, kanlar dökmüş bir ‘olgu’ değildir. Kudreti ve sınırlarının ne olacağı da belli değildir, vücut bulacak ise şayet…
Şurası açık ki Veli Küçük ve şürekâsı tutuklandığında haklı olarak sevinip Ergenekon soruşturması ilerleyince “yiyin birbirinizi” demek tutarlı bir tutum değildir. AKP, bir ihtimal, kendine yöneltilen kapatılma tehdidine karşı hukuku istismar edip Ergenekon’la alâkası olmayan muhaliflerini sindirmeye çalışıyor olabilir. Ama Türkiye’de artık tasfiye edilmesi gereken bir Ergenekon’un varlığı da aşikârdır. AKP sınıfsal olarak solun “düşmanıdır”, sermaye partisidir, bunu başta da belirttim. Ama yargı tarafından değil, sandıkta yok edilmelidir. Bu bağlamda Melih Pekdemir’in “(devrimcilerin) şimdi de demokrasiyi savunmak için ‘AKP kapatılmasın!’ diye slogan atacak halleri yok” satırlarını son derece talihsiz buluyorum.
AKP’nin en nihayetinde ne olduğu, arz ettiği tehlikeler bellidir. Legal bir partidir eninde sonunda… Dış politikada Amerikancıdır, içeride kendi burjuvazisinin çıkarlarını temsil ederken aynı zamanda İstanbul burjuvazisinin de çıkarlarını gözetir, muhafazakârdır, zoru görünce demokratikleşme adımlarını askıya almıştır. Esasen demokrat da değildir, baskıcı polis yasası onun eseridir, lideri karikatüristlere dava açar, TCK 301. maddeye dokunmaz, yalnızca kendine özgürlükçüdür (bkz. son türban düzenlemesi), vs…
Peki ya Derin Devlet? Ne zaman ne yapacağı, kimi içtenlikle veya provokasyon olsun diye öldüreceği belli mi? Soğuk Savaş bitince diğer NATO ülkelerinde tasfiye edilmiş, burada hâlâ aktif. Barışa, demokrasiye ve özgürlüklere kastetmiş bir zombi adeta. Ve tekrar ediyorum, yarın hangi provokasyonu, hangi suikastı tertipleyeceği belli değil. AKP’yle Ergenekon bir tutulur mu?  
 
Burak Cop
25 Mart 2008

-o-

Bilerek mi yapıyorsunuz?

AKP hakkında kapatma davası açtınız. Amacınız AKP’yi kitlelerin gözünde sempatik kılmak, yerel seçimlere 1 yıl kalmışken oy oranının yüzde 47’nin altına inmemesi (hatta bunun üzerine çıkması) için akıllara ziyan bir planı uygulamaya koymak herhalde. Ya da sahiden ne yaptığınızın farkında değilsiniz.
Bu memlekette herşey mümkün. Yukarıda değindiğim ikinci olasılık kimse için şaşırtıcı olmaz sanırım, ama ne kadar şok edici ve inanılmaz olursa olsun, birinci seçeneğin de söz konusu olabileceğinden şüpheleniyorum. Çünkü “bu memleketin asıl sahipleri” AKP’yle anlaşmış gibiydi değerli okurlar. Sevişmeseler de, geleneksel devlet iktidarıyla, yükselen Anadolu burjuvazisinin ve muhafazakâr milyonların temsilcisi olan siyasi iktidar samimi bir anlaşmaya/uzlaşmaya varmış gibiydi. Bu tabii çok tatsız bir şeydi zira Ertuğrul Kürkçü’nün ifadesiyle “ordunun gücüyle paranın ve dinin gücü halkın tepesinde birleşmişti”. İnternet muhtırasının ardından, içeriğinin büyük bir başarıyla sır gibi saklandığı Dolmabahçe mutabakatına varıldı. AKP 22 Temmuz maçını geleneksel devlet iktidarının bir numaralı siyasi öznesi CHP karşısında bol gollü bir galibiyetle kazandı, ama Milli Görüş geleneğinden gelen isimler de sessiz sedasız temizlendi. Düşünsenize, Bülent Arınç diye bir siyasi figür vardı 22 Temmuz öncesinde. Sonradan göz önünden yokoluverdi.
ABD eşgüdümünde samimi işbirliği
AKP Çankaya’yı, YÖK’ü, hatta Futbol Federasyonu’nu aldı. Türban konusunda (elbette geleneksel devlet iktidarının ikincil/türev temsilcisi MHP’nin bir nevi gözetimi altında) yasal düzenleme yaptı. Askeriye bunlara pek ses çıkarmadı. Ama karşılığında da Başbakan ve Genelkurmay İkinci Başkanı’nın müşterek Washington ziyaretinin ardından basılan düğmeyle (“ABD eşgüdümü” olarak okuyunuz) gümbür gümbür Irak Kürdistanı’na girdi. Öte yandan AKP, DTP’nin altındaki halıyı çekmeye başladı, yerel seçimler için gözünü Diyarbakır’a dikti. Öyle ki DTP, mitinglerinde kürsüye imam çıkartarak anti-AKP propagandası yapma ihtiyacı hissetti. Kürt sorununda siyasi bir çözüm yolunda da herhangi bir adım atılmayacağı bizzat hükümet sözcüsü tarafından ifade edildi (bkz. Cemil Çiçek: “Teröristleri dağdan indirmek için kimse bizden paket açıklamamızı beklemesin” - http://www.ntvmsnbc.com/news/437881.asp). İçinde milliyetçi bir damar zaten bulunan AKP, daha önce örneğin Mehmet Ali Şahin’in PKK’ya esir düşen askerler için “keşke ölselerdi” demesinde de görüldüğü gibi, bu yüzünü de yer yer gösteriyordu. Mecliste DTP’lilere yoklarmış gibi muamele eden de aynı AKP’ydi. 
“Memleketin asıl sahipleri” belki “irtica” ile “bölücülüğü” aynı derecede tehlikeli görüyor, ama artık geriye dönülmez biçimde politik bir ivme almış “bölücülüğe” karşı sulandırılmış ve dahası samimi uzlaşmalara gidebildiği, kaypak bir “irtica”yı tercih eder gibime geliyor. Hele ki ABD’nin bölgesel planları doğrultusundaki alt-planlarda uyumlu çalışabileceği, kitlesel Kürt partisinin elinden Diyarbakır Belediyesi’ni almaya hazırlanan bir “irtica”. “İnanılmaz ama gerçek” bir şekilde, mantıkdışı savaşperest CHP-MHP’ye karşı aynı safta mantıkiçi bir savaşperestliği savunabileceği bir ortak…
Üç tarz-ı talihsizlik
Peki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın bu kapatma davası da ne oluyor? Ortada yalnızca yeni sosyal güvenlik yasası, kapatılacak belediyelerin halkta uyandırdığı tepki (AKP’den istifa eden belde belediye başkanı bile var) ve dünya ekonomisini bekleyen durgunluğun Türkiye’deki etkileri yüzünden bile yıpranacak olan bir AKP var. Yerel seçimlerde kemalistlerin ve Kürt milliyetçilerinin bazı kalelerini düşürecek dahi olsa, ülke genelinde oyu yüzde 47’nin altına inmesi muhtemel (bir de iktidarın yıpranması hadisesi vardır tabii) bir AKP… Peki bu AKP’ye karşı kim niye dava açar?
Birinci ihtimal; AKP’yi mağdur edip (ki demokrasi açısından gerçekten mağdur edilmiştir bu parti), halkın gözünde sempatik kılmak amacıyla… Maksimum komplo teorisi, ama burası Türkiye.
İkinci ihtimal; askeriyle siviliyle “memleketin asıl sahipleri” anlaşmanın aniden ve tek taraflı bozulmasına karar verdi, köprüyü geçtikten sonra (Kürdistan Bölgesel Hükümeti topraklarına operasyon düzenlendikten sonra yani – “Irak’ın kuzeyine” değil. Hatta “Kuzey Irak”a da değil artık. Karanlıkta ıslık çalma yurdum insanı!) ayıya ayı deme kararı aldı. Cumhurbaşkanlığı’nı, YÖK’ü alan, her yerde kadrolaşan, Alevi ve Kürt oylarına bile göz diken AKP’ye karşı geleneksel devlet iktidarı son kozunu oynuyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yerine kurulacak Kalkınma ve Adalet Partisi’nin 2012’de yüzde 70 oy alması tehlikesi karşısında ise “bir zar attım kadere” yaklaşımındalar. Yahut çapsızlık diz boyu.
Üçüncü ihtimal; Cumhuriyet mitinglerinde de cisimleştiği gibi, ulusalcı cephe gerçekten geniş bir cephe. CHP, Yargı, akademyanın bir kısmı, rektörler, ÇYDD benzeri ulusalcı “sivil toplum” (bu memlekette oluyor) kuruluşları ve Kanaltürk, Cumhuriyet gibi militan medyayı kapsayan geniş bir cephe… Bu renksiz gökkuşağının en pespaye, en faşizan unsurlarının polis tarafından toplanıp götürülmesi de Dolmabahçe mutabakatıyla başlayan “anlaşma” sürecinin bir parçasıydı belki de. Şimdi söz konusu yelpazenin merkez unsuru AKP’yle anlaştı diye bu unsurların tümünün bir anda hizaya gelmesini beklemek de çok anlamlı olmayabilir. Hatta Baykal-Büyükanıt arasındaki sert atışmada da görüldüğü gibi (ikincisinin atışları tabii biraz daha sert oldu, yılların Baykal’ı hainden beter oldu), unsurlar arası bir eşgüdümsüzlük, bir bocalamadan söz etmek dahi mümkün. Velhasıl kelam, merkezkaç etkisiyle, sivil olmayanlar birinci vitese geçtiği hâlde sivillerin cüppe giyenleri beşinci viteste devam etmekte. Bu takdirde duvara fena toslayacaklar.
Öyledir veya böyledir, şudur ya da budur… Bu kapatma davası nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın AKP (veya yerini alacak parti) bu işten kazançlı çıkacak ve bu bence hiç de iyi bir şey değil.  
Burak Cop

 

21 Kasım 2010 Pazar

Kurban notları-2: İlkini beğenen bunu da okusun

Burak Cop

22 Kasım 2010

Kurban Bayramı süresince konuşulan, tartışılan kimi mevzular üzerine naçizane görüşlerimi notlar hâlinde buraya düşmeye devam ediyorum: 

- Kurban kesimini eleştiren insanlara, bu pratiğin dinin gereği olduğunu, bir ibadet olarak yapılması gerektiğini
söyleyerek karşı çıkanların bir kısmı şu görüşü dile getiriyor: "Siz hamburgercide yediğiniz etin nereden geldiğini sanıyorsunuz?".

Bu, hiç de yanlış olmayan bir nokta. Esasen kurban kesimine itirazı olanlar, eylemdeki vahşet (boğaz kesme) ile yüz yüze geldikleri için, bir hayvanın yenilmek amacıyla öldürülmesi eylemiyle öyle veya böyle doğrudan muhatap oldukları için (oturduğunuz veya yolunuzun geçtiği muhitlerde kurban kesim görüntülerine denk gelmeseniz bile, haber bültenlerinde izlediğiniz görüntüler bile size yanı başınızda, açık bir alanda, ve topluca hayvan öldürüldüğünü hatırlatır), kurbanlık hayvanlara yönelik bir acıma hissi duyuyorlar.

Aslında burada çok kritik bir nokta var. Türkiye'de geride bıraktığımız bayramın ilk 3 günü boyunca kesilen hayvan sayısı, rakamları bilmiyorum ama, yıl boyu kesilen hayvanların gerçekten küçük bir kısmını teşkil etmektedir. İnsanların lokantalarda ve marketlerde türlü şekillerde karşılarına çıkan ölmüş hayvan eti parçaları, aynı zamanda bu insanlardaki bir yabancılaşmaya delalet ediyor. O et sanki hep öyleydi, ezelden beri yekpare idi. En fazla, pişirilmeyi bekliyordu.

Kurbanın boğazı kesilerek öldürülmesi (hele bu bir de "her bayram rastladığımız istenmeyen görüntüler"in eşliğindeyse), belli bir duyarlılık ve empati düzeyine sahip insanlarda kedere yol açıyor. Peki ya öldürülüp parçalandığını görmediğiniz hayvanlar? Vejeteryan bir arkadaşım bir keresinde şöyle bir söz sarfetmişti: "Bir kuzuyu kucağına alıp sev, bir daha et yiyebilecek misin bakalım?". 

Bana öyle geliyor ki (yanıldığımı düşünenlerin eleştirilerine açığım), market ve lokantalardaki çiğ yahut pişmiş, öldürülmüş hayvan parçalarının o "hâle" gelene kadar geçirdiği safhalara tanıklık etmek, pek çok kişiyi vejeteryanlık yoluna itebilir. NTV'de yayınlanan Gıda A.Ş belgeselinde hayvanların hangi şartlarda yaşayıp nasıl kesildikleri gözler önüne serilmişti. Yahut geçen hafta denk geldiğim bir haberden söz edeyim; vejeteryanlık yanlısı, Viva adlı İngiltere menşeli bir örgütün gizli çekimlerle ifşa ettiği korkunç gerçek. Erkek civcivler ya canlı canlı doğrama makinesine gönderilerek ya da gaz verilerek telef ediliyor. Gazlanan civcivlerden hayvan yemi üretmeyi de ihmal etmiyorlar (Kapitalizm her zaman verimlilik ve etkinlik yanlısıdır biliyorsunuz). Viva'dan bir yetkili durumu özetliyor: "Bu, yumurta sanayisinin sizin görmek istemediğiniz gizli vahşeti".  

Sözün özü, Kurban Bayramı, örgütlenmeleri hâlinde, vejeteryanlar için bulunmaz bir propaganda fırsatıdır. 

- Kurban kesme eyleminin haklılığını, bunun dinin gereği olduğu argümanıyla savunanlara şunu söylediğiniz zaman, bu insanların en azından bir kısmı karşı-argüman geliştiremiyor: Bir pratiğin dinsel açıdan gerekli olması, en azından 2010 Türkiyesi'nde onun yapılması, yapılabilmesi için yeterli bir gerekçe değildir.

Yeterince bilgili olmadığım için ahkam kesmekten kaçınarak şu örnekleri vereyim. Kaynağı Kuran mıdır, hadis midir yoksa fıkıh alimlerinin yazdıkları mıdır bilmiyorum ama, erkeklerin dört kadınla evlenebilmesi veya kısas kuralı gereği hırsızın elinin kesilmesi -kabul ediyorum çok banal bir örnek ama burada mühim olan bizatihi örnek değil, onun işaret ettiği şey-, bilindiği üzere İslam hukukuna dair uygulamalardır. Ancak günümüz Türkiyesi'nde bu ve benzeri İslami kuralları/hakları hayata geçirmek, her şeyden önce yasalara göre suçtur. Dinen yapmaya hakkınızın olduğunu savunduğunuz kimi eylemler sizin cezaevini boylamanıza yol açabilir. 

Bir şeyin dinî bir kural olmasının, o şeyin yapılmasını gerekli kılmadığına dair görüşümü Twitter'da ifade ettim ve bir vatandaşımız tepki gösterdi. Ben de bunun üzerine, görüşümü destekleyecek bir örnek olarak şunu yazdım; "Nisa Suresi'ne dayanarak karınızı döverseniz TCK'ya göre suçlu duruma düşersiniz".

Vatandaş önce alakasız bir cevap yazdı. Aradan birkaç saat geçti, hızını alamamış olacak ki şunu yazarak kurban meselesini kestirip attı: "İnanıyorsan gerektirir, inanmıyorsan gerektirmez, bitti".     

- Kurban ibadetine dair ilginç bir ayrıntıyı da öğrendim geçenlerde. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Şinasi Gündüz, katıldığı bir canlı yayında kurban ibadetinin farz veya sünnet değil, vacip olduğunu söyledi. Yani dinsel açıdan hayatî bir gerekliliği yok. Acaba herkes bunu biliyor mu? Sanmıyorum.

Bir hayvanı kurban etmenin tek tanrılı dinlerden çok çok önceye dayandığı biliniyor. İslam dini bu köklü geleneğe hem bir çekidüzen vermiş, hem de içine toplumsal bir boyut katmış (kesilen hayvanın etinin üçte biri yoksullara dağıtılıyor). Psikoloji disiplinine ilgim yalnızca amatör düzeyde ve yüzeysel olduğu için fazla ahkam kesmek istemem, ama bir hayvanı boğazlayarak öldürmenin, insanın, içindeki şiddet güdüsünü dizginlemesine de katkı sağladığını zannediyorum.

Tüm bu dinsel (farz olmaması, üstelik de yalnızca varlıklı insanlara vacip olması), tarihsel (paganlar da tanrıları için insan/hayvan kurban ederdi) ve psikolojik (şiddet duygusunun tatmini) faktörleri dikkate alarak inançlı Müslümanlara sormak isterim: Kurban kesmeniz şart mı?  

- Değineceğim son nokta, kurban olgusunun toplumsal boyutu... Az önce atıfta bulunduğum Prof. Gündüz'den öğrendiğim bir başka şey, kurban etinin bölüştürülme prensibi. Etin üçte birini kendiniz alıyorsunuz, üçte birini eşe dosta akrabaya dağıtıyorsunuz, üçte birini ise yoksullara veriyorsunuz. 

Sanırım günümüz dünyasında yoksullara yardımda bulunmanın, onların et yemesini sağlamanın çok ama çok sayıda alternatifi var. Yılda bir kere kestiğiniz koyunun etinin üçte birini (hatta tamamını) fakir ailelere dağıtmaktansa, fakir bir ailenin çocuğuna her ay mütevazı bir "burs" sağlamanız daha "hedefe yönelik" bir eylem olacaktır kanaatindeyim.

Şunu da not etmek lazım, Prof. Gündüz'ün belirttiği üzere, kurban kesimi, başka bir şeyle ikame edilecek bir ibadet değil "kural gereği"... Peki, namaz kılan kaç kişi bunu günde 5 kez yapıyor, oruç tutan kaç kişi bunu 30 gün boyunca yapıyor? Sözüm gene Müslümanlara, varın "esnetin" kurban ibadetini de. Koyun veya dana öldürmeyin. Yoksul bir ailenin lise çağındaki çocuğuna her ay 50 lira verin. Bu "esnetme"den dolayı huzursuz olursanız da, mesela gün içinde daha fazla namaz kılın, bir süre hiçbir Cuma'yı kaçırmayın... 

17 Kasım 2010 Çarşamba

Kurban etrafında yaşanan tartışmalar

Burak Cop

17 Kasım 2010

İçinden geçtiğimiz Kurban Bayramı İstanbul Boğazı'nın yine kızıla boyanması bakımından öncekilerden farklılık arz etmedi, ama -bu konuda bir araştırma yapmış değilim yahut yapılmış bir araştırmaya vakıf değilim-, anektodal gözlemlere dayanarak şunu söylemem de pekala mümkün: Tanrı'ya kurban olarak sunmak üzere kent yaşamının "görünürlük" alanı dahilinde büyükbaş ve küçükbaş hayvanların boğazlanması git gide daha fazla tepki çekiyor. Şüphesiz ki bu tepkilerin bir kısmı "anti-din" bir tavırla yakından ilişkili, ancak kendini en nihayetinde mümin gören çok sayıda "gevşek Müslüman"ın da kurban kesme pratiğinden rahatsız olduğu ve bunu açıkça ifade ettikleri görülüyor.  

Bu konu pek çok düzlemde, pek çok bağlamda tartışılabilir. Ben burada, biraz dezorganize bir metin üretmeyi de göze alarak, kurban konusunda son günlerde düşündüğüm şeyleri notlar hâlinde sunmak istiyorum:  

- Kimi inançlı Müslümanlarda benim gözlemlediğim tavır; tatbik edilen kurban kesme pratiğine veya bu ibadetin bizatihi kendisine yönelen eleştirilere "bizim inancımız böyle, inancımızın gereğini yapıyoruz, bizi eleştiremezsiniz" makamından tepki koymaları. Burada aslında çok daha temel bir soruna değinmek istiyorum. Velev ki insanların kendisi için koyun vs. kesmelerini isteyen, doğa-üstü, herşeyin üstünde bir Güç olsun (bilerek büyük harfle yazdım). Buna inanan milyonlarca insan var Türkiye'de, bu açık. Peki buna inanmayan, bundan şüphe eden insanların kendi alternatif inançlarını, veya inançsızlıklarını yaymaya çalışmaya, bunları ifade etmeye hakları yok mudur? Bunu da, içinden geçtiğimiz günlerden ötürü, kurban pratiği üzerinden yapmaya hakları yok mudur? Bir Müslüman kendi inancını savunacak, mümkünse yaymaya çalışacak da, bir agnostik veya ateist veya hayvanların kurban edilmemesini savunan bir inancın savunucusu neden kendini ifade edemeyecek?

Çok şükür ki Türkiye'de bunu yasaklayan kanunlar yok. İnançlı Müslümanların da eminim ki kayda değer bir kısmı "buyursunlar, kendilerini ifade etsinler" der. E ama o zaman inancınızı, ve inancınızın bir gereği olarak tatbik ettiğiniz pratiği de eleştirecekler. Eleştirileri kesim sırasındaki gayr-i medeni manzaralara yönelik olmaktan ibaret olmayacak. İnancınızı, yani sizi de eleştirecekler. Siz de onları eleştireceksiniz. Bu noktada "inancımdır, eleştiremezsin" tavrı haklı ve meşru olamaz.      

Burada İslam dinini (ve bütün dinleri) eleştiren kişi şayet Müslüman düşmanı değilse, ırkçı vs. değilse, bilakis bunu özgürlükçü bir perspektiften yapıyorsa, pratik bir zorlukla karşı karşıya. Bunu kabul etmek gerek. Şu anda Avrupa'da siyasi gerekçelerden dolayı artan bir İslam düşmanlığı, büyüyen bir aşırı sağ var. Göçmen/Müslüman karşıtlığını İslam karşıtlığı üzerinden ifade eden Hollandalı neo-faşist lider Geert Wilders bu sorunun örnek öznelerinden biri. Dini/İslam dinini insanın özgürleşmesi perspektifinden, liberal veya sol bir bakış açısından eleştiren insanlar Batı'da yükselen İslam karşıtlığıyla "yan yana düşme" gibi bir riski her an hissediyorlardır eminim. Kendilerine konjonktürden kaynaklı eleştiri, hatta suçlamalar da pekala yöneltilebilir. Bu, zaten -dünyanın büyük kısmında olduğu gibi Türkiye'de de- fikirlerini savunma ve yayma konusunda dindarlara göre dezavantajlı konumda bulunan dinsizlerin (bilhassa özgürlükçü olanlarını) ekstra sıkıntıya sokan bir durum. 

Ekstra sıkıntıya sokuyor da... Kendi fikirlerini savunmasınlar mı yani konjonktür nazik diye? Bu ülkede Turan Dursun öldürülürken ve Aziz Nesin dengesini kaybettiği anda itfaiye aracının merdivenini zorlukla kavrayarak hasbelkader hayata tutunurken ne 11 Eylül olmuştu, ne de Avrupa'da aşırı sağ yükseliyordu...

Birkaç Kuzey Avrupa ülkesi dışında dünyanın her yerinde dinsizlerin "işi" dindarlarınkinden daha zordur. Metis Yayınevi'nin 2010 ajandasını hazırlayan editörlerin sunuş yazısında bu olgu çok güzel anlatılır:   

"Bu ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğumuzu da belirtmemiz gerek.

İnanmanın bir kez daha tartışılmaz bir şekilde insan varoluşunun temellerinden sayılmaya başladığı günümüz dünyasında, (ülkesine ve mekânına bağlı olarak) inanma hakkı örgütlü dinlerle, devlet bütçeleriyle, polis ya da asker kuvvetleriyle koruma altına alınmış durumda; buna karşılık, varoluşlarını inanma temelinde tanımlamak istemeyenler genellikle tekil, münferit ve örgütsüzler. Doğduğumuzda dinsel bir kimlik edindiğimiz varsayılıyor ve dünya karşısındaki duruşumuzu nasıl tanımladığımız sorulmadan bu kimlikler atfediliyor bize; üstelik yirminci yüzyılın sonlarında başlayan bu yeniden dinselleşme eğilimi siyasi, tarihsel bir gelişme değil de doğal bir oluşummuşçasına kabullenmemiz bekleniyor".     

Bu ilk notum fazla uzadı ama sözümün de sonuna geldim. Uzun lafın kısası, dileyenin "kurban kesmek kötüdür" demeye hakkı vardır. Bu insan bunu illa ki Müslümanlara düşman olduğu için, Müslümanları horladığı için söylüyor değildir. "Kurban kesmek yanlıştır" demek kimseye hakaret değildir. Belli bir inancı ve onu benimseyenleri rencide etmek değildir. Eğer bazı Müslümanlar bunu duyunca rencide oluyorlarsa, alıcılarının ayarıyla oynaması gerekenler onlardır.  

Kurban notlarımın kalanını başka bir yazıya bölmem daha isabetli olacak. Merak etmeyiniz, diğer notlarım daha kısa olacak.      


30 Ekim 2010 Cumartesi

Ali Nesin'den Alman Başkonsolosluğu'na onur tokadı

Türkiye yurttaşlarının AB konsolosluk kapılarında maruz kaldıkları eziyet ve aşağılayıcı muamele kuşaktan kuşağa aktarılmış bir 'veri' oldu çoktan. Ben çocuktum bu dert vardı, 30 yaşıma geldim sorun -belki de ağırlaşarak!- devam ediyor. Bu konuda, Türkiye hükümetlerinin sorundaki payını da irdeleyen, Tan Morgül imzalı güzel bir yazı yayınlanmıştı Bianet'te:  http://bianet.org/biamag/insan-haklari/121991-korkulu-bir-kucaklasma-hikayesi-kuslar-almanya-konsoloslugunda    

Vize işkenceciliğinde bilhassa kötü bir şöhreti bulunan Almanya Başkonsolosluğu'nun son kurbanı, matematik profesörü Ali Nesin oldu. Ama Nesin'in aşağılanmaya hiç niyeti yoktu, çarptı kapıyı gitti. Ateşe ateşle karşılık verdi. "Yüzü" olan utanır. Varsa tabii ilgililerde...   

Prof. Dr. Ali Nesin'in kamuoyuna duyurusunu buyrun okuyun. Şahsen içim soğudu.  

B.C  

~~~

Almanya'da dostlarimiz Essen Universitesi'nde bir Aziz Nesin'i anma gecesi duzenlemek istedi. Bu vesileyle Vakf'a da uc bes kurus para gelebilecekti.
Davetliydim dogal olarak.

Her Türk gibi AB vizesi almam gerekiyordu.
Istedikleri tonlarca belge yetmezmis gibi bir de konsolosluga bizzat gitmem gerekiyormus...
Once bir tepki gostermedim. Ne zaman, saat kacta gibi sorulari sorunca istegin asagilayici yonunu kavradim.
Sabahin korunde, 6,30 filan gibi Alman konsoloslugunda olmam gerekiyormus...

Ne sabahin korunde ne de gunun herhangi bir saatinde Alman konsolosluguna gitmeme kararini aldim. Beni Almanya'ya davet eden dostlarimizi kirma pahasina. Dostlarimiz beni bagislasinlar. Bu kadar alcalmayi ne kendime ne Aziz Nesin'e ne de Nesin Vakfi'na yedirebildim. Her seyin bir siniri vardir.
Uzun uzun pazarliklar yapildi. Almanya'dan konsolosluga telefonlar edildi, fakslar yollandi, yetkililere ulasildi, belki de ricalar minnetler dile getirildi...

En son gelen haber soyleydi: Konsolosluktan bir yetkili ogle saatlerinde benimle tanismaktan buyuk onur duyarmis. Vize bolumune degil de konsolosluga kadar gidip benimle tanismasina ve boylece onurlanmasina olanak taniyabilir miymisim?

Az kalsin tuzaga dusuyordum. Belki de gercekten benimle tanismaktan onur duyacak bir Alman'a rastgelmisizdir... Olmaz mi?  Olmaz ama dogrusu bir an kuskuya dustum.
Aklim basima geldiginde soyle yanit verdim: "O onur bana aittir. Once vizeyi verin, daha sonra tanisip karsilikli onurlaniriz."

Vizeyi vermediler!

Almanya'ya gitmeye bayilmadigimi, hele bu davranis bicimleriyle hic mi hic gitmek istemedigimi (umurlarinda olmasa da) Alman otoritelerinin ve kamuoyunun bilgisine saygilarimla sunarim.

Ali Nesin (www.nesinvakfi.org)

21 Ekim 2010 Perşembe

Yitik Roma şehrinden notlar...

Sky Türk'te muhabir olarak çalıştığım dönemde, 2005'in son günlerinde iş için Tarsus'a gitmiştim. Oraya dair izlenimlerimi kaleme aldım daha sonra ve o yazım Sky Türk'ün web sitesinde yayınlandı. Tabii ki çoktandır yerinde yeller esiyor. Buraya alayım dedim. Mamafih'i arşiv olarak kullanmaya devam ediyorum...

---
 Burak Cop

5 Ocak 2006

Nereyi kazsalar tarih fışkırıyor. Eskiden şehir meydanı işlevi gören geniş bir alan varmış, mesela Başbakan Adnan Menderes`in 1958`deki ziyareti sırasında halka hitap ettiği. Şimdiyse burası arkeolojik kazı alanı olmuş, etrafı çevrilmiş. 

Toprağı yalnızca 5 metrelik bir derinliğe kadar kazmışlar ve ortaya antik Roma döneminden kalma bir yol çıkmış. Zemini taş döşeli bir yol. Çevre düzenlemesi yapılmış, yan kesimlerine sütunlar dizilmiş... Bugünün Tarsusu`nun altında bir şehir daha var adeta. Kentteki pek çok yerde toprak altında gün ışığını görmeyi bekleyen Roma yapıtlarının bulunduğu söyleniyor.

Tarsus hem antik Roma devrinde önemli bir şehirdi, hem de Hıristiyanlık için halen bir kutsiyet ifade ediyor. Bunun sebebi de Saint Paul`ün (Aziz Pavlus) aslen Tarsuslu olması. Aziz Pavlus, genel kabul görmüş yanlış bir kanıya göre, Hz. İsa`nın 12 havarisinden biri zannediliyor. Ama değil. Bununla beraber, şehirleri ve köyleri dolaşarak, `Hıristiyanlığın` bir `din` olarak doğu Akdeniz havzasında yayılmasında çok önemli bir işlevi yerine getirmiş.

Tarsus`ta, işte, bu Aziz`in evinden arta kalanlar olduğuna inanılan, koruma altına alınmış yıkıntılar ve bu yıkıntıların yanı başında da onun adını taşıyan bir kuyu var. Burası Kültür Bakanlığı`nın kontrolünde, turistik bir alan. Vatikan`ın da `hac` güzergahı üzerinde yer alıyor. Ancak Vatikan`ın Tarsus`a ilgisi Aziz Pavlus Kuyusu`ndan ibaret değil. Şöyle ki; şehirde bir de Aziz Pavlus Kilisesi var. Bir dönem `askerlik şubesi` gibi alakasız bir amaçla kullanılan kilise, kendisi de Tarsuslu olan İstemihan Talay`ın kültür bakanlığı sırasında restore edilmiş.

Vatikan da restorasyonun mali yükünü karşılamaya aday olmuş, ancak bir şartla: Kilisenin ibadete açılması ve mekanda sürekli bir din görevlisinin bulunması. Bizim yetkililerin ise `anti-emperyalistliği` tutmuş olacak ki, `Yahu Tarsus`ta kilise cemaati yok ki. Acaba bu Vatikan`ın bir takım emelleri mi var?` diye düşünüp bu talebi geri çevirmişler. Restorasyonu Kültür Bakanlığı kendi kaynaklarıyla gerçekleştirmiş. Sonuçta Aziz Pavlus Kilisesi günümüzde Bakanlığın denetiminde bir `anıt-müze`. Burada ayin yapmak isteyen yabancı turistler yetkililerden izin alıyor ve kilise de her seferinde şöyle 15 dakikalığına falan ibadete açılıyor.

MHP`Lİ BELEDİYE HİZMETTE BAŞARILI

Tarsus`un, görkemli tarihsel zenginliğiyle uyumluluk gösteren, kozmopolit sayılabilecek bir yapısı var. Türkiye`nin pek çok yerine olduğu gibi, Tarsus`a da son yıllarda Güneydoğu`dan yoğun bir Kürt göçü olmuş. Şehrin daha köklü yerli eşrafı ise Türkmenler (`etnik Türkler` de diyebiliriz herhalde) ve çoğu Alevi (Nusayri) olan Araplardan oluşuyor. Ancak 1994`ten beri yapılan 3 yerel seçimi de bu kozmopolit yapıyla pek o kadar uyumluluk göstermeyen bir parti kazanmış: MHP.

Bu ilginç durumun sırrı belli aslında: Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz`ın parlak hizmetleri. Şehirde konuştuğum farklı görüşlerden hemen her insan bunun altını çiziyor. Tarsus`un harikulade bir altyapısı var. Yakında doğalgaza da geçmeye hazırlanıyorlar. 2 yıl üst üste gerçekleşen sel baskınları üzerine belediye aslında DSİ`nin sorumluluğunda olan bir konuya el atmış ve dereler ile kanalları ıslah etmiş. Başkan Kocamaz`ın anlattığına göre, yapılan hizmetlere kaynak sağlanmasında Avrupa Yatırım Bankası ve Alman Devlet Bankası`ndan alınan düşük faizli kredilerin önemli bir payı var.

`BURASI SOL`UN KALESİYDİ`

Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz`la sohbete devam ediyoruz. `80 öncesinde Fatsa gibiydi burası` diyor. `Sadece bizim camiadan 28 kişi öldü. Bunlardan 4`ü ilçe başkanımızdı. Tabii Sol`dan da bir o kadar gitmiştir.`. Kocamaz `aslında sol ağırlıklıydı buralar` diyor, MHP`nin üst üste 3 kez yerel seçimleri kazanmasının istisnailiğini ve önemini vurgularcasına. Atatürk ve İnönü dönemlerindeki dışlanmışlığın ardından 50`li yıllarda Demokrat Parti`yi destekleyen Arap kökenli vatandaşların bir sonraki jenerasyondan itibaren hep Sol`a oy verdiğini anlatıyor. Zaten kendisinden önceki belediye başkanı da, Arap kökenli ve SHP`liymiş.

Sohbetimiz esnasında şehir nüfusunun renkli yapısına ilişkin `Cenab-ı Allah insanları, bir bildiği var ki, kavim kavim yaratmış. Biz ondan daha mı akıllıyız? Kardeşçe yaşayacağız ve Tarsus`un nimetlerini paylaşacağız` diye konuşan Başkan Kocamaz, Tarsus`un Kurtuluş Günü törenlerindeki konuşmasında ise biraz farklı telden çalıyor sanki. Türklerin`genetik yapıları itibariyle bağımsız yaşamaya eğilimli oldukları` gibi, nasıl olup da bilim dünyasını derinden sarsmadığını bir türlü çözemediğim bir vecize sarfediyor. Türklerin `dünyaya nizam vermek için yaratıldığını` savunuyor. `Türk`ün damarındaki asil kan`ın gerekli şartlar oluştuğunda nasıl da `bozkurtlaşacağını` anlatıyor. Tören alanındaki gençlere `Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Atatürk ve Rauf Denktaş`tan utanmayacak, onlarla gurur duyacaksınız` (ilginç bir sıralama) diye hitap ediyor. `AB yolundaki dayatmalar`ı eleştirmeyi de ihmal etmiyor düşman işgalinden kurtuluş günü törenlerinde...

ANTİK ROMA ŞEHRİNE ÜLKÜCÜ DAMGASI

Bu kozmopolit Roma şehri bugün ne denli uyum içinde ve iç barış ortamında yaşıyor? 2 günlük bir seyahatte bunu çözmek zor. Ama kurtuluş günü törenlerinde Başkan`ın yaptığı konuşma, kalabalığın arasında elleriyle `kurt` işareti yapan `vatandaş`lar, mehter takımının Osmanlı ezgilerinin yanı sıra `Çırpınırdı Karadeniz` ve `Irmağının akışına ölürüm Türkiyem` gibi eserleri çalması, bir süre önce bir MHP`linin dövülmesi üzerine bir grup MHP`linin kentteki `Kürt mahallesi`nde bir kahvehaneyi basarak ortalığı yıkması ve çok sayıda vatandaşı dövmesi, bu kişilerin polisçe `formalite icabı` gözaltına alındıktan sonra ertesi gün Başkan Kocamaz`ın girişimiyle serbest bırakılması gibi olayları göz önünde bulundurunca... İnsan bilemiyor tabii...



12 Ekim 2010 Salı

Sol-içi hazin bir yazışma

Burak Cop

BirGün gazetesinin 3 Ekim tarihli pazar ekinde bir yazım yayınlandı (bu blogda da var; MHP'yle ilgili olan). Ertesi gün bir okurdan eleştirel bir e-mail aldım. Cevap yazdım. Cevabıma cevap yazdı. 

E-mail yazışmaları elbette ki mahremdir. Ancak, içerikleri itibariyle, okura ismen hitap ettiğim yerleri dışarıda bırakırsak aşağıdaki e-mailler yazıştığım kişinin kim olduğuyla ilgili bir ipucu vermiyor. Yazıştığım kişinin ismini çıkarınca yazdıkları (kendinden söz ettiği bölümler de dahil olmak üzere) anonimleşiyor. Bu yüzden, söz konusu okurun onayını almaksızın her üç e-maili de buraya koymakta etik bir sakınca görmüyorum. 

----------------------------------

Değerli yazar,
MHP'yi aynı anda hem küçümseyen, hem ona akıl veren, hem sıkı bir biçimde tahlil eden (!), hem onlardan bir şey beklemeyen, arada Kemalizme de vuran, velhasıl ne yapacağını tam bilemeyen yazınızı zevk almadan okudum. Biliyorsunuz iki kardeş var. DevYol kökenli. Kemalist Köy Enstitüleri mezunu Dursun Akçam'ın oğulları Taner ve Cahit. Taner kendisini tanıdığımda ODTÜ'de gençlik önderiydi. Hayranlık duydum. Şimdi "tarihin yalancısı" olmuş, Ermeni tezlerini bire bir savunuyor.
 
-95 yıl sonra Ahtamar'da (Akdamar değil!) ve gene o kadar uzun bir aradan sonra Sümela'da Hıristiyanlar ayin yaptıkları için. Senede bir gün üstelik. Sadece 'senede bir gün', şarkıdaki gibi.-
 
Ne kadar masumlar değil mi? SSCB ayaktayken hiç gündeme gelmeyen Ermeni soykırımı ABD'de her sene yeni tavizler için şantaj aracı olarak ve iki halkın arasına kalıcı düşmanlık sokmak için kullanılıyor; tazminat ve toprak taleplerini de unutmayalım. Ve orada durmuyor, Taraf'ta devrimcileri eleştiriyor. Cahit de ona "Geçmişine ihanet ediyorsun" uyarısı yapıyor. Tıpkı Evetçi Ali Nesin ve Ahmet Nesin olayı gibi.
 
Ne kadar kolay harcıyorsunuz Kemalizmi, Yurtseverlikten ne kadar çabuk vazgeçiyor, Emperyalizm tahlili ve olgusunu ne kadar kolay unutuyorsunuz. Ve ne kadar kolay yazıyorsunuz, sadece yükselmiş dalgaya, liberalizme binerek. Bilimsel Kuşkuculuk denilen şey sanki hiç yanınıza uğramamamış. Üstelik Oğuzhan Müftüoğlu gibi bir yiğitin ağır abi olduğu bir gazetede.
 
Zaten sadece Birikim ve Taraf okuyarak ancak böyle yazılır. Ne güzel, hiç kafa yorma derdiniz yok. Ne olduğu belli MHP'yi hedef al, arada Ermeni şovenizmini masum göster, Kemalizmi harca, oh keka. Ol devrimci, sıkı solcu, yetmedi anarşist. Öyle ya Marksist olmak biraz daha ciddi iştir, bilimsellik ister.
Ne diyelim, Taner Akçam dürüst kardeşini bile ikna edememiş, siz mi beni ikna edeceksiniz. Yalnız bırakın Birgün'ün yakasını, Taraf'ta yazın. Artık TKP, ÖDP, EMEP, Halkevleri ittifakı kuruldu, bazen duraklamalar, gerilemeler olsa da artık sosyalizm var, ucuzluk yok.
 
~~~
 
Sayın ..., 
 
Yaşınıza ve tecrübenize hürmet ederim. Ama mailiniz ne yazık ki neresinden tutsanız elde kalıyor. Tam bir kavram karmaşası, kavram salatası niteliğinde. 
 
- Cahit Akçam'ın kardeşine yönelik eleştirisinin Ermeni soykırımıyla alakası yoktur, lütfen bilerek ya da bilmeden çarpıtma yapmayalım. Taner Akçam liberal bir bakış açısıyla devrimcileri eleştiriyor. Sorun bundan ibarettir.  
 
- Ermeni Soykırımı'nın SSCB ayaktayken gündeme gelmediği tam anlamıyla safsatadır. Lütfen bu konuda bilgilerinizi düzeltiniz.  
 
- Ermeni kardeşlerimizin (sizi bilmem ama ben onları kardeşim olarak görüyorum) tarihi değeri olan bir ibadethanede ibadet etmeleri ve onların bu hakka sahip olduğunu savunmak "Ermeni şovenizmi" değildir. 
 
- Ne Kemalist ne de yurtseverim. Ben Marksistim. Aynı anda hem Kemalist hem de Marksist olunamayacağını düşünüyorum. 
 
- "Marksist olmak ciddi iştir, bilimsellik ister" görüşünüze katılıyorum.  
 
- Ben, sizi bilmem ama, emperyalizmi Lenin'in "Kapitalizmin en yüksek aşaması" kitabından ve Lenin'in paradigmasiyla yazılmış, onun emperyalizm kuramını geliştirerek yeniden-üreten eserlerden öğrendim.
 
- Bunu yapabilmeniz konusunda çok umutlu değilim ama yine de söyleyeyim: Ermeni Soykırımı'nın, Kapital'in 1. cildinde emperyalist devletlerin sömürgelerini mahvederek gercekleştirdikleri 'sermaye birikimi'nin, Anadolu coğrafyasında da bir Türk-Müslüman burjuvazisinin yaratılması için zor kullanılarak Ermenilerden Müslümanlara sermaye aktarımı şeklinde tezahür ettiğini anlamaya çalışın derim ben... 
 
- ABD'nin, TC adlı, emperyalist sistemin ayrılmaz parçası olan ulus-devletin egemen sınıf ve zümrelerinin canını sıkarak Ermeni Soykırımı'nı istismar etmesine "Hmm, demek ki ABD de Ermeni soykırımı diyor. Ee, ABD kötüdür. Dolayısıyla Ermeni meselesinde TC'nin resmi tezleri haklıdır" diye yaklaşmak, kusura bakmayın ama bana göre değil. Zaten son kavşakta ABD her zaman TC egemen sınıf ve zümrelerinin istediğini yapar, soykırımın adını koymaktan bir şekilde imtina eder. TC devletinin geleneksel inkarcı tutumu Ermeni meselesini başka devletler icin bir istismar unsuru haline getiriyorsa, bundan egemen sınıflar, egemen zümreler ve sizin gibi, onların ideolojisini savunan milliyetçiler rahatsız olsun. Bana ne. "ABD'nin dediğinin tersi doğrudur" gibi çocukça bir mantıkla hareket edeceksek ABD'nin emperyalist saldırganlığına hedef oldular diye Saddam'ı, Milosevic'i, Taliban'ı da savunmak gerekir, ayrıca.   
 
- Bir de, Rusya alenen ve resmen, İran ise bir takım jestlerle Ermeni Soykırımı'nı tanımaktadır. Ne dersiniz, Türk'ün Türk'ten başka dostu yok mu yoksa..?  
 
- Beni Taraf'a davet etmişsiniz. Teşekkür ederim ama almayayım... Ama siz isterseniz İşçi Partisi saflarında siyaset yapabilirsiniz.  
 
- Ben ÖDP üyesiyim bu arada.  
 
- Umarım Ermeni meselesi konusunda en azından bir İbrahim Kaypakkaya kadar, TİİKP döneminin Perinçek'i kadar ilerici olabilirsiniz... İnsanlar değişiyor, hayatta her şey mümkün.  
 
- Bana sol.org sitesinden bir link göndermişsiniz, teşekkür ederim. Komşudan gelen tabak geriye boş gönderilmez, siz de lütfen bu 2 linki kabul buyurun:  http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=21690   ve   http://bianet.org/biamag/toplum/121372-24-nisan-soykirim-ve-tarihin-tahrifi        
 
İyi günler dilerim, 
 
B.C 
~~~
 
Sayın Yazar,
Maalesef yanıtlamak zorundayım. Yetersiz okuma ve ilgi alanlarını kısıtlı tutma insanın başına dert açıyor. Bir Çeçenim, ama ne Çeçen ne  de Türk milliyetçisiyim, yurtseverim. 78'li sayılırım. Sayılırım diyorum çünkü tanık olduğum kahramanlıklara ve büyük devrimci mücadeleye, o zamanlar bir HK taraftarı idim, büyük saygım o dönemin istismar edilmesine izin vermiyor. Geçelim.
 
Değerli Tevfik Çavdar, Nihat Behram gibi TKP'lilerin konuyla ilgili yazıları var Sol Haber'de, öneririm; sadece Birikim'den öğrenilmez böyle şeyler. Lenin sağken Troçki (iktidar'sız'lık teorisyeni) konuyla ilgili Ankara hükümeti ve Kemalistler aleyhine konuları gündeme getirir, Stalin'in yerinde müdahelesi ile Lenin doğru tutum belirler. Sosyalistler Kemalist değildir. Ama ondan nefret etmezler. Jakoben gelenekten iğrenmezler. Komünist Ermenileri okumaya çalışın. Bakın ben şiddetli yaygaraya esir olup, Rus ve Stalin düşmanlığı yapmıyorum, bir Çeçen olarak. Stalin eleştirilir, ama soldan. Herkes gibi. Liberal eleştirinin atına binmek bilimsel sosyalistlere yakışmaz.
 
Bu arada ben bir TKP sempatizanıyım. Fakat dediğim gibi Ufuk Uras yükünden kurtulan ÖDP gittikçe daha güzel işler yapıyor, geçmişteki DEV-YOL mücadelesine oturuyor. Öğreneceğiz birlikte; fakat liberalizm düşmandır, onlardan akıl alınmaz. Yine de siz bilirsiniz. Ben artık onların, ve onların desteklediği AKP'nin "Yektir Allah Yek" demesini bile samimi bulmuyorum. Bunların her şeyleri hesaplı ve bir plana göre. Boş vakitlerinizde SOL Haber okuyun, inanın Birikim okumaktan daha öğretici. 
 

8 Ekim 2010 Cuma

Rüzgâr AKP'nin arkasından esiyor

Burak Cop

Ekim ayının sekizinci günü itibariyle egemen siyasetin (nam-ı diğer burjuva siyasetinin) en güçlü ve avantajlı partisi olarak AKP görünüyor. Başbakan Erdoğan'ın referandum minderine davet ettiği ve bu davete icabet eden Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, 'AKP'ye evet mi hayır mı?' plebisitine dönüşen karşılaşmadan net bir mağlubiyetle ayrıldılar (bilhassa Bahçeli) ve böylece AKP'ye can kattılar. Ancak AKP'nin avantajı meselesi tabii ki bundan ibaret değil.

Geçen yılki yerel seçimlerin parçası olan il genel meclisi seçimlerinde AKP'nin oyları yurt çapında yüzde 39'un altına düşmüştü. Erdoğan'ın teğet geçtiğini öne sürdüğü küresel ekonomik kriz halkı vuruyordu ve iktidardaki parti de aslen bundan ötürü kan kaybetti. 2009 yılında Türkiye'de ekonomik büyüme oranı yüzde -4.7 idi ve işsizlik sorunu ağırlaştı. Keza, 2008'le karşılaştırıldığında GSYH'de dolar bazında yüzde 16.9'luk bir gerileme vardı. 

Şimdiyse ekonomik göstergeler hangi fraksiyona mensup olursa olsun büyük burjuvazinin yüzünü güldüren cinsten. Tabii iktidarda kendi temsilcilerinin bulunması itibariyle Anadolu sermayesi (Batı Anadolu hariç) bu durumdan ekstra hoşnut olmalı. Çünkü bu işin meyvesini AKP yiyecek.

Türkiye'de sanayi üretimi Ağustos ayında, "piyasa beklentileri"nin ötesinde bir gelişmeyle, yüzde 11'lik bir artış kaydetti (söz gelimi CNBC-e anketinde yüzde 7.4'lük bir artış bekleniyordu). Evet Türkiye'de, hani bunu söylemeye bile gerek yok ya, neo-liberal kapitalizmin sömürü mekanizması tüm "etkinliğiyle" devam ediyor. Yoksullara yardım, öğrenciye bedava kitap, sosyal güvenlik sisteminin standardize edilmesi ve ilaç fiyatlarının düşmesi gibi az sayıdaki "sosyal devletimsi" icraat dışında, AKP iktidarında piyasacı politikalar tüm hoyratlığıyla sürüyor (kendinden öncekilerde olduğu gibi). Ancak şu da bir gerçek ki, ekonomide büyüme olunca, göstergeler iyiye gidince, emekçi sınıflar bu gelişmelerin kırıntılarından dahi olsa nasipleniyor. Hele bir de istihdam artışı söz konusu ise, işsizlikte göreli de olsa, az da olsa bir iyileşme olursa, halkta iktidara karşı genelde olumlu bir bakış mevzubahis oluyor. Tabii bunun tersi de doğru, 2009'da olduğu gibi. 

Bu genel manzara AKP'nin işini kolaylaştırmakta, düzen-içi ve düzen karşıtı siyasal muhalefetinkini ise zorlaştırmaktadır. Ekonomideki "olumlu" görüntünün bir diğer çarpıcı yansıması da inşaat sektöründeki, acayiplik düzeyinde seyreden canlılık. Televizyonlar ve gazeteler konut reklamlarından geçilmiyor, TOKİ almış başını gidiyor. İnşaat sektöründeki canlılık aynı zamanda pek çok bağlantılı sektörü de canlandırır. AKP iktidarının (Erdoğan'ın diye de okuyabilirsiniz) İstanbul'da üçüncü köprüyü inşa etme ve hatta kendini kaybedip bir kanal açarak ikinci bir boğaz oluşturma projeleri, rant yaratma iştahı ve müteşebbislik özgüveni açısından gerçekten dikkate değer. O büyük rantın kırıntılarından emekçiler de yararlanacak. 

Çalıştığım medya kuruluşu için röportaj yaptığım Prof. Sencer Ayata'nın şu sözlerini, yukarıda değindiklerimi destekleyen bir unsur olarak okurlarla paylaşmak isterim: "(Ekonomik) büyüme süreçleri birkaç yılı aşarsa, o büyümenin kırıntıları, nimetleri topluma büyük ölçüde yayılır. Eşitsiz dağılır ama toplumun yaygın kesimleri uzun dönemli büyümeden yarar görebilir. AKP iktidarında sadece çok küçük bir kesimin değil, başka kesimlerin durumunda da iyileşme oldu. Ancak kriz bunu önemli ölçüde tersine çeviriyordu. Önümüzdeki dönemde ise, ben de şu anda bir tahmin yapamıyorum, tekrar büyüme başlarsa kriz öncesine benzeyen bir iyileşme sağlanabilir. Ama ... bu zenginlik artışından yararlanmada eşitsiz bir dağılım söz konusu. Bu süreç içerisinde Türkiye sosyal adaleti geliştirme bakımından ileriye adım atamadı".  

Sencer Hoca'nın işaret ettiği gibi, Türkiye ekonomisinde kriz öncesi döneme benzeyen bir göreli refah artışı dönemine girmiş gibi görünüyoruz (göreli kelimesinin altını çiziyorum). Türkiye'de artan zenginlik, geçtim toplumun genelini, belki orta-üst sınıflara bile dengeli dağılmıyor. Ama kırıntılardan nasiplenme mevzuu (ki bu kırıntılar bazen çok küçük de olmayabilir), emekçi sınıfının oy verme davranışlarında mutlaka etkili olacaktır. 

Mevcut koşullar altında CHP; AB'ye "size asıl iyi partner biz oluruz" mesajları vererek, biraz sosyal demokratlaşıp halktan daha fazla oy almayı amaçlayarak, özgürlük ve demokrasi temalarını ön plana çıkarıp Erdoğan'ın örtük/açık tehditlerinden huzursuz olan İstanbul sermayesinin desteğini almayı hesaplayarak (bu temaların ön plana çıkarılması ve AB'ye yönelik sıcak mesajlar, AB'yle bütünleşmeden fevkalade çıkarı olan bu sermaye fraksiyonunun ayrıca hoşuna gidecektir), kısaca iktisadi altyapısı ve toplumsal-politik-hukuki üstyapısıyla Türkiye'yi Batı Avrupa ülkelerine benzetip onlarla bütünleştirmeye AKP'den daha uygun bir politik aktör olduğunu ortaya koymaya çalışarak; kendi açısından gayet rasyonel bir çizgi tutturmaya çalışıyor. Baykal CHP'sinin kader birliği yaptığı, bürokrasinin 2007'den beri sürekli kan kaybeden fraksiyonu bu değişimlere bayılmasa da onların desteği zaten ceptedir. Ne yapacaklar ki başka, Osman Pamukoğlu'nun partisine mi destek verecekler?   

Ancak tutturmaya çalıştığı bu akıllıca politik hatta da CHP'nin handikapları var. Söz gelimi, daha ılımlı bir tutumun alınması zaruri olan türban konusunda partideki gerici (belki de Ergenekon bağlantılı -yanlış hatırlamıyorsam Sırrı Sakık geçen Şubat ayında Nur Serter'in Ergenekon'la ilişkili olduğunu ima etmişti) kanat Kılıçdaroğlu'na tavır koyabiliyor. Türban meselesinde Kılıçdaroğlu'nun zikzaklı tutumu ve CHP içindeki karmaşa, muhafazakâr yurttaşların tepkisini çekerek AKP'nin işine yarıyor, bu insanları AKP'ye itiyor. "O zemin", AKP'nin yüzde 100 başarılı olduğu ve olacağı zemindir.

Tüm bunların üzerine, oy almak amacıyla bedelli askerlik ya da askerlik süresinin kısalması gibi konuları da seçime doğru büsbütün gündeme sokması muhtemel olan AKP, olası bir seçim zaferinin ardından, sağcı, muhafazakâr ve otoriter bir parti olarak toplumu biçimlendirmeye devam edecektir. Bu bağlamda, yürütmeyi güçlendirmek bakımından Başkanlık sistemi de ciddi şekilde gündeme sokulacaktır. Büyük İstanbul depreminin 2 ay sonra, 8 şiddetinde olması ve 200 bin kişinin ölmesi gibi olağanüstü öngörülemezlik durumları haricinde, AKP'yi 5 Haziran 2011'de muhalefete itecek bir gelişme, şahsen öngörmüyorum. 

Gerek düzen-içi, merkez solumsu muhalefetin (CHP) gerekse düzen karşıtı muhalefetin (Kürt hareketi ve sosyalist sol) 5 Haziran 2011 sonrası dönemde tutacakları politik hat(lar) üzerinde şimdiden düşünmeye başlamalarında kendileri açısından yarar var.     

5 Ekim 2010 Salı

Ankara seyahatimden notlar bazı bazı

Burak Cop

1 Ekim Cuma sabahı Ankara'ya gittim, 3 Ekim Pazar gecesi döndüm. İş için. Prof. Sencer Ayata ile röportaj yaptım (bkz. http://bit.ly/cnEEor ve http://bit.ly/dsUCQ8 ). 

Ankara'ya gidip gelmek her İstanbullu için aynı şey değildir. Bunu zûl addeden, o meşhur deyişin ileri sürdüğü üzere dönüş yolunu gözleyen (Ankara'ya gitmenin en iyi yanı İstanbul'a dönüşse madem...) İstanbulluların sayısı çoktur. Ben onlardan değilim. Neyse efendim, konumuz bu değil. İstanbullu'nun Ankara seyahati üzerine başlı başına bir deneme yazılır. Belki başka zaman, belki. 

Ben bu yazıda, tabii yazı denebilirse, herhangi bir amaç gütmeden son seyahatime dair bazı notlarımı okurlarla (sayıları da devasa olmasa gerek ya) paylaşacağım. Buyrun. 

- Cuma günü röportajı yaptıktan sonra otele döndüm. Atatürk Bulvarı üzerinde, penceresinden Amerikan Sefareti'nin göründüğü bir odada kalıyordum. Günün geri kalanında odamdan çıkmadım. Bildiğiniz tembellik ettim. Oda servisinden bonfileli mi, biftekli mi, bir salata istedim. Kötü değildi ama yağı biraz fazlaydı. 

- Yukarıda yazdığım ilk not itibariyle daha şimdiden kendimden nefret etmiş, kendime yabancılaşmış durumdayım. Demek ki şurda şunu yaptım, bu alışveriş merkezinde bunu eyledim diye yazılar yazan layf stayl yazarcıkları gerçekten de kendilerini bilmez insanlar... Ya da arkadaş çevreleri çok kötü. Eline sağlık, güzel yazıyorsun falan diye diye bu insancıkları kamusal nefret vadisine itekliyorlar. 

- Tembelliğin suyunu çıkarma aşamasında, tabii karnım da acıktı, beslenme ihtiyacı fazlasıyla baş gösterdi ve minibar odaklı bir tıkınma şeysi yaşadım. Karnımı şu arkadaşlarla doyurdum: 250 ml midir nedir 2 şişe su, fındık, badem, Fanta ve Toblerone. Geceyarısına doğru uyku bastırınca uyudum. Yatarken sıcak bastı, sabaha karşı üşüdüm. 

- Ertesi gün öğle vakti dışarı çıktım. Çıkarkene, otelin küçük lobisinde siyahlar giyinmiş, uzun saçlı, 50'li hatta belki birkaçı 60'lı yaşlarında, allahına kadar rock'çı veya metalci, yabancı uyruklu amcalar gördüm. Bir müzik grubu gibiydiler. Yanlarına yaklaşıp "cehaletimi mazur görünüz lütfen, acaba hangi müzik grubusunuz?" (Sorry for my ignorance but which group is this?) diye sordum. 

- Bana en yakın olanı "eeh, öehh, hehe, well, what are hede hödö really..?" gibi bir şeyler mırıldanarak arkadaşlarına döndü (gülümsüyordu) ve 5-6 kişilik gruptan 2-3 kişinin 2-3 saniyelik eğlencesi oldum. İşin kötüsü neden bahsettikleri konusunda hiçbir fikrim yoktu. Nasıl bir kahrolası belaya bulaştığımın farkında değildim Jack... Jack kim yahu? 

- Otelin önünde, daha doğrusu ABD Büyükelçiliği'nin önünde bayağı bir Çevik Kuvvet polisi ve panzer neyin vardı. Belli ki yakınlarda bir yerde bir nümayiş vardı ama görüş alanımda bir tane bile gösterici yoktu. Müzik grubu olduklarından şüphelendiğim gruptan bir amca resepsiyon memuresine yaklaştı ve ne iş diye sordu. Kızcağız "demonstration for America" gibi bir şey dedi, "Rüştü yapma" dedim. Adam "for America..?" diye şaşırmadan şaşkınlık tepkisi verdi, kız "against America" diye düzeltti.  

- O akşam sevgili arkadaşım Özge beni Hacettepe Mezunlar Derneği'nde Bülent Ortaçgil konserine götürdü. Özge'nin arkadaşı Sevgi, Ortaçovski'nin ardında bateri çalan Cem'le kısa bir süre sonra evlenecek. Şu aralar hatta belediyeden gün almış olmalılar.  

- Özge'ye Hacettepe mi Haacettepe mi diye sordum. İşin içinden pek çıkamadık. Ben Arapça'daki haacet diye okunan kelimeye istinaden, Haacettepe denmesi gerektiğini ileri sürdüm. Özge pek itiraz etmedi ama "haklısın adamım, oh evet haklısın" da demedi (Orçun Kunek seni özledim). Özge'nin Sevgi haricindeki arkadaşları da (Önder söz gelimi) çok tatlı insanlardı. Önder bir de karate yapıyormuş. Ama ülkücü değil. Türkiye'de güzel şeyler de oluyor. O gece dört "şat" tekila yuvarladım.

- Son sözüm Bülent Uygun'a. Eskişehir'e gitme. N'olursa olsun, hökümat desteğiyle birinci lige çıkmış da olsa sempati duyduğum bir takımdır. Sempatimi çürütme.   

- Pardon son söz falan dedim ama bahsetmeyi unutmuşum... O grup gerçekten de müzik grubuymuş: New Model Army. Pazar öğleyin resepsiyonda Mor ve Ötesi'nden Kerem Kabadayı'ya rastladım. Evlenmiş, pii... Ondan öğrendim. Üç yıl önce Ufuk Uras'ın seçim kampanyası sırasında bir yürüyüşte tanışmıştık. Beni hatırladı sağolsun. Hatta galiba onlar mı ne organize etmiş New Model Army'nin gelişini. Nereli bunlar dedim, Yorkshire dedi. O da çek-aut yapıyordu otelden. Helalleştik ayrıldık.          

1 Ekim 2010 Cuma

MHP'nin gerici eylemini nasıl yorumlamalı?

Burak Cop
2 Ekim 2010

MHP'liler cuma namazını 900 yılı aşkın bir süredir cami olarak kullanılmayan, Selçuklu hükümdarı Alparslan'ın yanlış hatırlamıyorsam 1064 senesinde namaz kıldığı, Ermeni tarihi ve kültürünün önemli yapıtlarından Ani harabelerinde kıldı. İsteyen Allah kabul etsin diyebilir. 

14-15 yaşlarındaki problemli, kompleksli  bir ergenin tavrına sahip MHP'nin bu siyasi eyleminin ardında sanırım bir tür "bana ne ya, ben oynamıycam işte" mızıkçılığı da söz konusu. Malum, namaz şovunu yaptıkları tarih aynı zamanda TBMM'nin yeni yasama yılının ilk günüydü. Merasimli bir gün, ama MHP yok. Referandumda yaşadıkları hezimetin ardından pek de sağlıklı sayılamayacak bir sine-i millete dönme sembolik hamlesi niteliği de taşıyor bu eylem.  

Memleketin dört bir yanına devasa Türk bayrakları diken tuhaf özgüvensizliğin, düzenin en büyük üçüncü partisinde böylesine çıplak ve çarpıcı bir biçimde vücut bulması enteresan. Daha doğrusu, hüzün verici. Önde gelen "aslî sahipleri"nin (ve de zalimlerinin) arasında bulunduğu halde, MHP, bu coğrafyayı yeniden fethetmekten söz ediyor. Sebep? 95 yıl sonra Ahtamar'da (Akdamar değil!) ve gene o kadar uzun bir aradan sonra Sümela'da Hıristiyanlar ayin yaptıkları için. Senede bir gün üstelik. Sadece "senede bir gün", şarkıdaki gibi.

Dün NTV ana haber bültenine çıkan bir MHP milletvekili "Biz oraya Ani demiyoruz, o Ermenicesi. Biz Anı veya Ocaklı diyoruz" dedi. MHP'liler dilerse "Hastürk Gökbörü Otağı" da diyebilir. Burada sorulması gereken soru şu; MHP bu gerici eylemiyle ne murad ediyor? (Gerici terimini Kemalist  bir manada değil, sol terminolojideki içeriğiyle kullanıyorum)  

Referandumun propaganda sürecinde MHP AKP'ye gerici bir noktadan, şiddetli ve şovenist bir muhalefet yürüttü. Özetle, AKP'nin çakma "Açılım"ına istinaden, "bunlar vatanı bölüyor" tarzı bir muhalefet yürüttü. Ama bunun MHP'ye fayda etmediği 12 Eylül gecesi ortaya çıktı. Bir örnek; geçen seneki İl Genel Meclisi seçiminde Erzurum'da MHP'nin oyu yüzde 20'den fazlaydı. Referandumda ise hayır oylarının oranı yüzde 13'te kaldı, düşünün yani...  

Yani... MHP'nin şovenist ve gerici bir politik hattı sürdürerek toplumsal desteğini büyütme şansı yoktur. Gözleri çok kararmadıysa, fevkalade şuursuz değillerse MHP yönetiminin de bunun farkında olduğunu zannediyorum. Ancak manevra yapacak kabiliyet, kafa yapısı ve daha da önemlisi 'alan'a sahip olmadıkları için, aynı yolda yürümeye devam ediyorlar. 

Devam ediyorlar çünkü şu andaki dertleri seçmen nezdindeki desteklerini büyütmek değil, eldekini konsolide etmek, eldekini kaybetmemek. Halihazırdaki oylarını konsolide etmek istiyorlar. Belki de rasyonel davranıyorlar. Olası bir yumuşama, bu konjonktürde, AKP ve CHP'den oy kaydırır mı MHP'ye? İki büyük parti zaten uyum mesajları verip duruyor bir süredir.

Tabanlarını konsolide etme ihtiyacı ise, tahminimce, BBP'nin MHP oylarını tırtıklaması ihtimalinden kaynaklanıyor. Referandumun kazananlar cephesinde yer alan has faşist BBP, Ayasofya'da namaz kılmak gibi talepler ileri sürüyor. Bu has faşist partinin gençlik teşkilatının geçmişte Ayasofya'da korsan namaz kılma gibi eylemleri de olmuştu. 

Sözün özü, Ani'deki patetik eylem güç kazanmaya değil, eldekini korumaya yöneliktir.     

Yandaş medyadan üç manzara

Bu yazımı 7 ay önce, guncelsol.com'a koymuştum. Aslında yeniHarman dergisinin Mart sayısı için kaleme almıştım ama teknik bir talihsizlik neticesinde dergide çıkamamıştı. Güncel Sol ise o sıralarda biraz ihmal etmeye başladığımız bir siteydi (bugünse büsbütün ihmal ediyoruz). Uzun lafın kısası fazla kişiye ulaşmadı bu yazı. Blog dediğiniz arşivdir bir yerde, burada (da) dursun diye düşündüm. Sevgilerimle arz ederim.  :)    

-------------------------------

Burak Cop
1 Mart 2010
(hayırlı bir tarihin 7. yıldönümü)

Yaltaklanmanın da ötesinde…
19 Şubat 2010 Cuma günü sevgili Çalık’ın gazetesi Sabah, ‘Dünyada Mekan Konut’ diye bir ek çıkardı (Sabah’ın logosunu gözünüzün önüne getirin. Türkiye haritasının üzerinde Konut yazıyor, üst bantta da Dünyada Mekan). Sevgili TOKİ ve sevgili Tayyip Erdoğan’ın övüle övüle bir hâle sokulduğu ek, herhalde TOKİ’cilere bundan sonraki çalışmalarında esin kaynağı olacaktır (onlar bile kendilerini bu kadar övemezlerdi zira).

Şimdi hemen sözü fevkalade tarafsızca, fevkalade objektif bir gözle hazırlanan, ama sevgili Erdoğan ve canımbenim TOKİ’nin icraatlarını BBC olsa gene kaçınılmaz olarak böyle vereceği için istemeden hükümet yanlısı gibi görünen bu ekten manşet ve spotlara bırakıyoruz:
Konutta çözümün adımı Erdoğan’dan (bu sürmanşet)
1994’te temellere ilk harç atılırken Recep Tayyip Erdoğan, haklı bir gururla şöyle diyordu: “Söz verdik, sözümüzü tutuyoruz”.

Binlerce fakiri ev sahibi yaptı (Hugo Chavez’den falan bahsetmiyor canım. Fidel Castro’dan da bahsetmiyor. Bizim büyük entelektüel ve devlet adamı Başbakanımızın boydan çekilmiş resminin yanına bu kocaman başlık konulmuş)
İnsanların en büyük hayalidir başını sokabileceği bir yuvası olması. Türkiye’de bu işi kökünden halleden TOKİ, bugüne kadar tam 420 bin konut üreterek yüzleri güldürdü (bakın işte Erdoğan’dan değil, TOKİ’den bahsediyormuş).

Dönüşüm mucizesi
TOKİ’nin yürüttüğü projelere güvenen vatandaşlar, polis zoruyla bile boşaltmadıkları evlerinin bir an önce yıkılmasını istiyor. Böylece kentsel dönüşüm mucizesi başlıyor (ben de zaten bu Sulukuleliler’in arasına da aynen Tekel işçilerinin eylemindeki gibi PKK’lıların, zararlı örgütlerin karıştığından şüpheleniyordum. Yoksa koskoca Sabah yalan mı yazacak yani, normal insanlar evim yıkılsın diye sabırsızlanıyormuş işte…).

Gerçek bir şaheser: TOKİ Sevgi Evleri
Tasarım müthiş, kullanım rahat, hizmet mükemmel…… (spotu daha fazla devam ettirme gereği duymadım, yerden tasarruf için. Kısaca; bu evlerin cennetten bir köşe olduğu anlatılıyor. Buralarda SHÇEK’in koruması altındaki çocuklar kalıyormuş. Sosyal devlet olma iddiasındaki bir devletin vermesi zorunlu olan bir hizmet neden “hayırsever işadamının lütfu” makamından duyurulur bilmiyorum. Fotoğraflardan birinde bir bebeği kucağına alıp poz veren bıyıklı ve takım elbiseli bir adam da var, muhtemelen Vali Yardımcısı. Bence böyle şeylere hiç gerek yok diyeceğim de, kime diyorum…)

Aslında Sabah’ın bu ekinden makara yapılacak daha çok manşet ve spot çıkar. Ama ben 3. sayfadaki hüzünlü bir fotoğrafın bana düşündürdüklerini dile getirmek istiyorum. Bir anahtar teslim töreni, Erdoğan tabii ki orada. Ne alakası varsa Dışişleri Bakanı Davutoğlu da orada. Yaşlı bir amca, belli ki fakir, elinde bir anahtar, Erdoğan’ın omzuna başını koymuş ve sanırım ağlıyor. Erdoğan ve Davutoğlu’nda ise gevrek bir tebessüm. Şimdi, diyeceğim şu; bu AKP’nin yenilgiye uğratılması gerçekten incelikli ve güven veren bir politik alternatifin kurgulanmasını gerektiriyor çünkü bu iktidar döneminde dar gelirli yurttaşların lehine şeyler de yapıldı. “Erzak dağıtıyorlar, kömür dağıtıyorlar” muhabbetine girmeyeceğim. Daha köklü ve önemli şeyler de yapıldı. Öğrencilere bedava kitap, yoksul aile annelerine çerez parası da olsa düzenli bir para verilmesi, yeni sosyal güvenlik kanunundaki kimi olumluluklar–bunlar Ayşe Buğra’nın 2008 basımı kitabında anlatılır–, SSK’lılara sınırlı da olsa özel hastanelerden yararlanma imkânı, ve azımsanamayacak sayıda ailenin ev sahibi olmaktan ötürü Erdoğan’a muhtemelen şükran duyması… Bunlar AKP’yi neoliberal olmaktan kurtarır mı? Asla. Ama “sosyal devlet uygulamaları bir lütuf değil, haktır” diyen, önem listesinde rantı ve sermaye sınıfını değil halkı birinci sıraya koyan, ayrıntılı bir program ve vizyona sahip bir siyasi hareket AKP’yi iktidardan edebilir ancak, bu ortada… Aksi takdirde “saha ve seyirci avantajı” hep AKP’de.

Gelelim Sabah gazetesine. Biz bu ekin, gazetenin genel yayın yönetmeni, meslekten ağabeyimiz Erdal Şafak’ın dikkatinden kaçmış olduğuna inanmak istiyoruz.

İnanalım mı?

Bunu da dedilerSamanyolu TV adlı asil ve güvenilir haber kanalında biz ahmakların akıl edemeyeceği bir “bağlantı”ya, Balıkesir’deki grizu patlamasının ardından ehemmiyetle dikkat çekilmişti. Son Durum adlı haber programını sunan Asım Yıldırım, Aralık ayında Mustafakemalpaşa’daki maden göçüğünden önce İstanbul’da üç emekli kuvvet komutanının ifadeye çağrıldığını, bu seferse Balyoz tutuklamalarının akabinde Balıkesir’deki madende kaza olduğunu şeyetti. En önemli özelliğinin kül yutmamak olduğu anlaşılan Yıldırım, sözlerini şöyle nirvanaya erdirdi: “Nasıl bağdaştırırsınız ya da var mıdır bir bağlantı yoksa sadece ve sadece tevafuk diyebileceğimiz hadiseler midir bunlar, bunu da sizin izanınıza bırakıyoruz”.


Ama ne yazık ki spikerimiz lafı en tatlı yerinde kesmedi (belki de kendisi izana gelip “ne diyorum ya ben?” diye düşündü) ve sıkıntılı bir manevrayla sözlerini noktaladı: “Belki de varsa da bir bağlantı tabii komplo teorisi üretmek hiç hoş değil. Çünkü birisinde 19 kişi diğerinde 17 kişi can verdi”.

Hayatta bir şeye çok fazla odaklanmak hiç de iyi bir fikir değil, ben bunu anladım AKP yanlısı medyayı izlerken. Taraf gazetesindeki bir ekonomi yazarının “KİT’leri özelleştirmek lazım çünkü darbeciler hep bunları kamulaştırmayı savunuyor” mealli yazısından sonra, şimdi de STV’nin izan ve sağduyu sınırlarını test eden yorumuna tanık olduk. Bu arkadaşlar bizim lafımızı dinlemezler ama biz gene de kendilerine “dünyayı anahtar deliğinden yorumlamayın, saçmalarsınız” diyelim bu noktada.

Ve tabii şu da var; enformasyoncusu, dezenformasyoncusu, amigosu, destekçisi, duyurucusu ve her bir şeysi STV ve benzerleri olan bu süreçten Derin Devlet’ten kurtularak, demokrasiye kavuşarak çıkar mıyız hakikaten merak ediyorum.
 
Kendine solaçık diyen sağbekTaraf gazetesi bir alem. Zaten yeterince nefret edeni varken neden bir de yazar kadrosunu solcuyken liberal olmuş (olabilir, bu da bir haktır) ve fakat sola liberal olmadığı için kızan insanlarla, yahut kendisine verilmiş köşeyi oto-terapi amaçlı kullanan, solculardan nefret eden (eski) solcularla dolduruyor anlamıyorum. Aslında şu yazdığım cümleye şimdi baktım da komik geldi. Memlekette liberal bir hegemonya kurmak için, yıllar boyu hüküm süren Kemalist resmi tarihi ‘alternatif resmi tarih’le, bir başka deyişle sağcı resmi tarihle değiştirmek için; toplumsal bir karşılığı olmasa da entelektüel başatlığı devam eden solun hırpalanması gerekiyor herhalde.

Neyse efendim, Fenerbahçe’nin İBB’ye 2-1 yenildiği maçta solaçık oynatılan bir Deniz Barış vardır, futbolla ilgilenenler bilir. Solaçıklığı Deniz Barış’ınkine benzeyen bir başka solaçık da (İdi Amin de kendini İskoçya Kralı diye adlandırırmış çok mu…) Taraf’ta yazıyor. 28 Şubat’ın yıldönümünde protesto gösterilerine neden sadece İslamcılar katılmış da solcular katılmamış diye hayıflanan bir yazısı çıktı geçenlerde.

Yazıda, Çiller-Ağar döneminin önemli figürlerinden, eski İçişleri Bakanı, şimdi MHP’li Meral Akşener’in isminin geçtiği bir cümleyi sizinle paylaşmak istiyorum: “… başka bir generalinse ‘Git o kadına söyle (Meral Akşener’e) ileri geri konuşmasın. Gelirsek Bakanlığın önünde yağlı kazığa oturturuz’ şeklinde tehditler savurduğu o karanlık günler pek de umurunda değildi arkadaşların”.

En iyi ihtimalle Cihan Haspolatlı tipi bir sağbek olacakken kendini solaçıklığa uygun bulan (Tarafspor’da olur gerçi. Santrfor olmadığına şükredelim) dostumuzun örtülü bir sempati ve empatiyle bahsettiği insanın kim olduğuna lütfen dikkat edin: MERAL AKŞENER. Erkek milletin milliyetçi kadını, Asenası. Öcalan’a Ermeni dölü diyen Meral Akşener. Allahtan bu ülkede 90’ları hatırlayan insanlar da var…

28 Şubat’ın bir darbe olması, Akşener hakikaten sözlü bir tehdide maruz kalmışsa bile bunun “su testisinin su yolunda kırılması”ndan başka bir şey olmadığı hakikatini değiştirir mi?.. Kombi diyorum, yoğuşmalı diyorum. Çiller, Ağar, Akşener diyorum. Hatta bir de “1000 operasyon” diyorum.

Yazarın geçmişte olanları eğip bükmesi aslında çok hazin. Şöyle yazmış: “Varoluşu gereği militarizme ve darbelere karşı durması gereken solun ‘kargadan başka kuş, 12 Eylül’den başka darbe tanımam’ anlamına gelen 28 Şubat ilgisizliğini hangi mantıkla gerekçelendirebileceğimi düşünüyorum… İyi de 28 Şubat darbesinin mimarlarından olan Özkasnak bile televizyonlara çıkıp ‘yaptığımız postmodern bir darbeydi’ dedi.

Gerçekleşmiş bir darbeyle karşı karşıyayız yani. E o halde bu ne sessizliktir? Eskilerin dediği gibi, ne oldu kız mı doğdu? 28 Şubat, iktidardaki İslamcı partiyi düşürdü diye ehveni şer deyip darbelerden darbe beğendikleri aşikâr malum cephenin”.

O cephe size malum Solaçık Bey. Hangi cephe? 1997 yılında Türkiye’de sermaye sınıfı, medya, “sivil” toplum örgütleri, hatta sendikalar bile askerin karşısında hizaya geçerken, memleketin özgürlükçü solu “Ne Refahyol ne Hazırol” diye meydanlara çıkıp Neo-Kemalist hegemonyaya karşı durdu. Bu “ne… ne…” formülasyonunu beğenmeyenler var ama o günün şartlarında bunun devrimci bir tavır olduğu unutulmamalıdır. Sol, Refahyol’un yıkılıp üçlü koalisyonun kurulmasını da “Refahyol partileri gitti, Hazırol partileri geldi” diye yorumlamıştır.

Solun; içinde Susurluk’u barındıran, koalisyonun büyük ortağının Susurluk’u sahiplendiği, Bir Dakika Karanlık eylemleri için “gulu gulu dansı, mum söndü yapıyorlar” dediği ve de AKP’nin aksine su katılmamış İslamcı olduğu bir iktidarın arkasında; sizin bugün AKP’nin arkasında durduğunuz gibi durmamış olmasını eleştirmeniz ziyadesiyle absürttür efendim.

Hadi artık, yerinize… Sağ kanat taze kan ister, “yoldaşım” dediğiniz Bülent Arınç’a gollük ortalar yapın mesela.        

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bağımlılık teorisi ve 12 Eylül

Bu yazım 3 yıl önce BirGün gazetesinde yayınlandı. Konusunun öneminden ve içeriğinden bir şey kaybetmiş değil. Mamafih okurlarıyla :) paylaşmak istedim... 
-----------------------------------
Burak Cop
12 Eylül 2007

20. yüzyılın ikinci yarısında çağdaş Marksist düşünceyi en çok etkileyen düşünce okullarından biri Bağımlılık Teorisi'dir (BT). Bu akım esasen belirli ekonomik gelişim aşamalarından geçen toplumlarda demokratikleşmeye doğru bir eğilim olacağını öngören Modernleşme Teorisi'nin zıddı gibidir.

Merkezî kapitalist ülkelere ekonomik açıdan bağımlı çevre ülkelerinin içinde bulundukları sömürü ilişkilerinden dolayı bağımlılık çarkını bir türlü kıramadıkları, fasit bir daire içine mahkûm oldukları tespitini yapar BT; Çevre ülkelerinin ekonomilerine hâkim olan çokuluslu şirketlerle bu ülkelerin kalkınma ihtiyaçları arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Çevre ülkelerinin bağımlılık kısır döngüsünü kıramamalarının yapısal nedenleri ise bu ülkelerin hammadde ihracında karşı karşıya bulunduğu dezavantajlı ticaret hadleri, zaten az sayıda olan ihraç mallarının uluslararası piyasalardaki fiyat dalgalanmaları karşısındaki kırılganlığı ve gene az sayıdaki gelişmiş ülkenin ticarî partnerliğine, yardımlarına, yatırımlarına ve borçlarına muhtaç oluşlarıdır.

Tabii Türkiye'nin ekonomisi ne günümüzde, ne de bu yazıda az sonra konu edilecek olan '70'lerin sonunda yukarıda sunulan tablodaki kadar sefil olmuştur. Türkiye'nin daha ziyade, merkez ve çevre ülkelerinin arasında yer alan bir yarı-çevre ülkesi olduğunu söylemek mümkün. Öte yandan BT'nin Türkiye'yi daha fazla anımsatan önermeleri de mevcut. Örneğin klasik marksist iktisatta 'enflasyon'a yer verilmezken, BT çevre ülkelerindeki enflasyonun yapısal nedenleri üzerinde durur. Bu nedenler de hammadde ihracına dayalı ekonomi, tarım sektöründe düşük verimlilik ve gelir dağılımındaki bozukluktur. Tarımdaki düşük verimlilik gıda ithalatına yol açar, gelir dağılımındaki çarpıklık ise ithal lüks tüketim mallarına talebi arttırır. İthalat arttıkça da ödemeler dengesindeki sorunlar artar. 1950'lerden beri yüksek enflasyon sorunu olagelmiş Türkiye'ye çok da uzak olmayan manzaralar.

BT'nin hele bir de çevre ülkelerinde ekonomik gelişmenin belli bir aşamasından sonra otoriter siyasi rejimlerin baş göstermesine dair önermeleri var ki, işte onlar 12 Eylül'ün niye olduğunu mükemmelen açıklıyor. Guillermo O'Donnell'a göre ithal ikamesine dayalı ekonomilerde (örneğin 24 Ocak Kararları öncesi Türk ekonomisi) görece düşük sermaye birikimi ihtiyacı işçi sınıfının kalkınmadan nasiplenmesinin ve siyasal sisteme katılımının önünü açar (bakınız Türkiye'de post-27 Mayıs dönemi). Bu dönem sanayileşmenin kolay aşamasıdır. Ne var ki bu kolay aşama geride bırakıldığında, yani daha sermaye-yoğun bir aşamaya geçildiğinde, sermayeye olan ihtiyacın artması tüketimin azaltılması gereksinimini beraberinde getirir ve bu da ancak emeğin bastırılmasıyla mümkün olur. 24 Ocak Kararlarının 12 Eylül öncesi Türkiye'de uygulanmasının mümkün olmaması örneğiyle de koşut biçimde, kapitalizm daha hızlı bir sermaye birikimi sağlayabilmek için işçi sınıfının direnişini, sendikaları demir yumrukla bastıracak otoriter bir rejimi destekler. Türkiye'de büyük sermayenin 12 Eylül'e verdiği desteğin kuramsal açıklaması işte O'Donnell'ın çizdiği bu çerçevedir.

Alfred Stepan'a göre otoriter rejimde sağlanan ekonomik büyüme ordu tarafından da memnuniyetle karşılanır. Çünkü böylece hem komünizmin dar gelirli kitlelerin gözündeki çekiciliği azalır, hem de ülkenin jeopolitik kıymeti artar. 12 Eylül paşaları da farklı bir şey düşünmemiş olsalar gerekir.

BT ekolünden Fernando H. Cardoso ve Peter Evans, işçi sınıfının ezilmesinin yabancı yatırımları çektiğine işaret ederler. 12 Eylül sonrası gelişmeler BT'cileri bu konuda da yanıltmamıştır. 1975-79 döneminde Türkiye'ye giren toplam yabancı sermaye miktarı 38,5 milyon dolarken (kaynak: Faruk Cömert, Hazine Dergisi, Ekim 1998), 1980-83 dönemindeki fiili yabancı sermaye girişi 366 milyon dolardır (kaynak: Hazine Müsteşarlığı verileri).

Elbette Türkiye'yi 12 Eylül'e taşıyan ve bu yazının konusu dışında kalan sosyo-politik aktörler, faktörler ve süreçler de var. Ben burada çok kısaca 12 Eylül'ü sınıfsal çelişkiler temelinde, Bağımlılık Teorisi düşünürlerinin tespitleri ışığında çözümlemek istedim. Bu yazıyı da darbenin 27. yıldönümünü idrak ettiğimiz bugünlerin anlam ve önemine uygun bir temenniyle noktalamak isterim: Darbeciler yargılansın ve bir daha darbe olmasın!