25 Nisan 2012 Çarşamba

97 yıldır teslim oluyorlar yetmedi mi?


Burak Cop 
24 Nisan 2012
Hrant Dink 1915’in ölenler üzerinden değil, kalanlar üzerinden konuşulmasını isterdi. Türklerle Ermenileri birbirine bağlayan ve günün birinde halklar arasında kalıcı kardeşlik ilişkisinin tesis edilmesinde belki de en önemli rolü oynayacak olanlar, kalanlardı. 

Kalanlar da esasen iki ana kategoriye mensuptu. Soykırımda hayatta kalanların torunları, ki bu insanlar ya Türkiye’de, ya Diaspora’da, ya da Ermenistan’daydı. Ve Müslümanlaşarak yahut Müslümanlaştırılarak hayatta kalanlar ile onların çocukları, torunları… 

Siz bakmayın cahil cesaretiyle Ermeni soykırımını bir “İslamsızlaştırma hamlesi”nin ilk aşaması olarak tanımlama komikliğinde bulunan köşe yazarına. Tehcire tabi tutulan Ermenileri kıyımdan korumak için çaba gösteren dönemin Kütahya Valisi Faik Ali Bey’in İstanbul’a çağrılmasını fırsat bilen şehrin polis müdürü, Vali dönene kadar Ermenilerin topluca din değiştirmesi ve sünnet olmaları için harekete geçer (neyse ki Vali’nin zamanında dönmesi üzerine başarısız olur). Tarihçi E.J.Zürcher ise bir makalesinde Sina cephesindeki Ermeni askerlerin topluca Müslümanlığa geçip sünnet olduklarını ve bunun törenlerle kutlandığını yazar. Osmanlı Ermenilerinin yüzde 5 ila 10’unun din değiştirerek tehcirden kurtulduğu tahmin edilmektedir. 

4000 yıl öncesine dayanan varlıklarıyla Anadolu’nun kadim halkı olan Ermenilerin bu coğrafyadan silinişi tek bir seneye sıkışmaz ne yazık ki. Suriye’ye tehcir edilenlerin bir kısmı Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra geri döner, Lozan görüşmeleri tutanaklarına göre 170 bini Anadolu’da, 130 bini de İstanbul’da olmak üzere 300 bin Ermeni yeni kurulan cumhuriyete intikal etmiştir (bkz. H.Dink, İki yakın halk iki uzak komşu, s. 25). Bu sayıyı o zamanki Türkiye nüfusuna oranladığımızda, şayet aynı oran bugün de geçerli olsaydı, şu anda Türkiye’de 2 milyon Ermeni’nin yaşaması gerekirdi. Ama 50 bin ya varlar ya yoklar. Nerede peki bu insanlar? 

Bu önemli bir soru ve cevabı da malum. Ancak uzun bir cevap, ve bu yazının konusu değil, biz gene “kalanlar”a dönelim. Ermeni soykırımıyla ilgili tartışmalarda 1915-16’da kaç kişinin öldüğü meselesi öteden beri hararetle tartışılıyor ancak kalanlar meselesi de, hele ki Müslümanlaşarak kalanlar (Dink’in deyimiyle “yaşayan kayıplar”) söz konusu olduğunda, belki “kaç kişi öldü?” tartışmasından bile daha çetin bir mesele, bir tabu. 

Hrant Dink’i ölüme götüren olaylar dizisinin fitilinin Şubat 2004’te nasıl ateşlendiğini artık herkes biliyor. Sabiha Gökçen’in aslında tehcir sırasında ailesinin büyük kısmı katledilen Hatun Sebilciyan adında bir Ermeni kızı olduğu ve 6 yaşındayken Mustafa Kemal tarafından yetimhaneden evlat edinildiği iddiası, Gökçen’in öz yeğeni olduğunu söyleyen Ermenistanlı bir kadının –doğrudur yanlıştır– bir takım belgeler eşliğinde Agos’a gelmesi sonucu gündeme geldi. Agos’un yaptığı haberi 2 hafta sonra Hürriyet iktibas etti ve yer yerinden oynadı, hayat Hrant’a zindan oldu. Hikâyenin acı sonunu biliyorsunuz.  

İşin ilginci, kalanlara Ermeni dünyası da ölenlere gösterdiği ilgiden çok daha azını gösteriyor. Dink, Erivan’da konuştuğu bir tarihçinin şu sözleri karşısında adeta çarpılır: “Kalanlar üzerine (…) bir araştırma yapmayı da gereksiz buluyoruz. Sonuçta bizim 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğüne ilişkin resmi bir tezimiz var. Bu tezi sıkıntıya düşürecek gereksiz bilgilere ihtiyacımız yok” (Dink, s. 62).      

Kılıç artıklarının peşinde…
Anadolu’da kılıç artığı misali yahut şans eseri hayatta kalan Ermenilerin çocuklarını, torunlarını; dillerini ve kültürlerini kaybetmesinler diye bulup İstanbul’a getirmeyi iş edinen (özellikle 70’li yıllarda) bir grup insanın arasında genç Hrant da vardır. Hrant’ın yanı sıra, onun gibi örgütlü sol siyasetin içinde ve Hrant’la aynı örgütte mücadele veren Armenak Bakırcıyan, Armenak gibi Diyarbakırlı olan papaz Der Grigos ve Hrant Küçükgüzelyan da bu bir avuç insanın arasındadır. Küçükgüzelyan, başında olduğu Ermeni yetimhanesinde kalan çocuklar için Tuzla’da bir yaz kampı açar, 12 Eylül döneminde 8,5 ay cezaevinde kalıp türlü işkenceler ve eziyetler görür, serbest kaldığında da kampı Dink’e teslim edip Türkiye’den göç eder. Devlet kampa 1984’te el koyar (bkz. Nedim Şener, Kırmızı Cuma, s. 19-22). 

70’lerin siyasal ortamında, illegal bir Marksist-Leninist örgütün (TKP/ML) saflarında mücadele veren iki yakın arkadaş Hrant ve Armenak, siyasal faaliyetlerinden ötürü Ermeni toplumu zarar görmesin diye mahkemeye başvurarak isimlerini Fırat ve Orhan diye değiştirirler. Armenak Bakırcıyan artık Orhan Bakır’dır. Hrant kısa süre içinde örgütlülüğün uzağına düşerken Armenak TKP/ML’nin Merkez Komitesi’ne kadar yükselir, bir ara cezaevine düşse de örgüt tarafından kaçırılır (ve bu esnada çıkan çatışmada ne yazık ki bir asker hayatını kaybeder) ve her yerde fellik fellik arandığı için özgürlüğü Dersim dağlarında bulur.  


Orhan Bakır’ın mücadele tarzını, daha doğrusu o yılların devrimci mücadele tarzını bugünden eleştirmek elbette kolaydır. Ancak Türkiye’nin Kontrgerilla ve CIA destekli bir faşist terör dalgası altında olduğu, iç savaş koşullarının hâkim olduğu yıllardır bunlar. 12 Mart’a giden yolda ilk öldürülenlerin devrimci gençler olmasına benzer bir şekilde, 1974 genel affından sonra da ilk öldürülenler hep soldan olmuştur (Kasım 1975’e kadar). 1978’e gelindiğinde Türkiye fiilen adı konulmamış bir iç savaş yaşamaktadır.  

Kesişen yaşamlar
Orhan Bakır, Mayıs 1980’de Elazığ Karakoçan’da polis tarafından pusuya düşürülür ve çatışarak ölür. Onu öldüren iki polisten biri kısa süre sonra örgütün cezalandırma amaçlı silahlı saldırısına uğrayacak ve ağır yaralanacaktır. Orhan Bakır’ın öyküsü aslında Anadolu’da dağınık biçimde varlıklarını sürdüren, kılıç artığı Ermenilerin öyküsünün en sarih anlatımını ihtiva eder. Her şeyden önce kendisi de Diyarbakırlı, sekiz çocuklu yoksul bir ailenin mensubudur ve kısa süren yaşamı, özellikle Dersim yöresindeki Ermenilerin yaşamıyla çok dramatik bir şekilde kesişir. 

2005 başında Murat Kahraman’ın Çığlık romanı piyasaya çıkar. Bu bir Dersim romanıdır. Kendine has, insanıyla doğasıyla güzel bir coğrafyadır Dersim. Dersimliler yörenin kadim halklarından olan ve nüfusun dörtte birini oluşturan Ermeniler’i 1915’te devlete teslim etmemiş, dahası başka yerlerden kendilerine sığınan on binlerce insanı da açıkhava mezbahasına dönmüş olan Anadolu’da o sırada Ermeniler için güvenli bölge olan Rus işgal bölgesine nakletmişlerdir (bkz. Hüseyin Aygün, 0.0.1938, s. 93-96).   
  
Kahraman’ın romanında Orhan Bakır’la, yaşamını Elazığ Ağın’da görünürde imam olarak sürdüren, ama aslında gizli (ve dindar) bir Ermeni olan ihtiyar adamın diyalogları da yer alıyor (s. 149-162 ve 171-179). Kılıç artığı ihtiyar, evine her geldiğinde Orhan’ı (Armenak’ı) gözyaşları içinde bağrına basmakta, onu bir çocuğu sever gibi sevmekte, ona en güzel yemekleri yapıp şevkle hizmet etmekte, bazen de yaralarını tedavi etmektedir. Orhan’ın öldürüldüğünü öğrenince de on yıllar boyu sürdürdüğü sahte yaşamını eviyle birlikte ateşe verir, çember sakalını keser, papaz kıyafetini giyip Orhan’ın öldürüldüğü yere doğru yola çıkar. Gecenin karanlığında oraya ulaşır, jandarmanın “teslim ol” çağrısına “Tam yetmiş yıldır, her gün teslim oluyorum, yetmedi mi?” diye haykırarak yanıt verir. Açılan ateşle hayatını kaybeder. 

“Yavrum, biz de Ermeniyiz”  
Bu roman karelerinin aslında fevkalade gerçekçi olduğunu Mayıs 2005’te Agos’a gönderilen bir okur mektubundan öğreniyoruz. Kitabı okuyan Dersimli Azad Demir, gizli Ermeni olduğunu öğrenme öyküsünü anlatır. Azad henüz çocukken Orhan Bakır’ın liderliğinde bir grup Partizan köylerindeki evlerine gelir. Azad’ın yaşlı ve hasta babası bir anda canlanmış, gruba hizmet etmekte, yemekler pişirmektedir. Babası ile Orhan Bakır’ın başbaşa kaldıkları bir anda, babasının Orhan’ı kucağına yatırıp gözyaşları içinde başını okşamasını ise hayretle görür. Babası, Azad’ın anlamadığı bir dilde türkü mırıldanmaktadır. Olan bitenden hiçbir şey anlamamıştır. Gerçeği ise Orhan’ın ölüm haberi gelince babasının ağzından öğrenir: “Yavrum, biz de Ermeniyiz. Git kardeşini son yolculuğuna uğurla ve dön”. Babası 4 gün sonra ölür.    

Orhan Bakır, binlerce Dersimlinin katıldığı görkemli bir törenle toprağa verilir. Yoldaşları polisin apar topar gömdüğü cenazeyi topraktan çıkartıp, Orhan’ın vasiyet ettiği yere götürmüştür. 

Ben Büyük Felaket’in 97. yıldönümünde Orhan Bakır’ı anmak istedim. Bir gün yaşam öyküsünün bir filme konu olması, dileğimdir.
     

13 Mart 2012 Salı

Nasıl köşe yazarı olunur?

Burak Cop 
12 Mart 2012 


Köşe yazarlığı her açıdan olmasa da pek çok açıdan ballı bir iştir. Yani herhalde öyledir. Köşem olmadığı için bilemiyorum. Öyleymiş gibi görünüyor ama şimdi çok da kesin konuşmak istemem hani. Ordan bir köşe yazarı çıkar, “dostum bilmeden konuşuyorsun, içi seni dışı beni yakar” der, öylece kalakalırım. 

Şimdi benim şu ana kadarki gazetecilik tecrübeme ve genel olarak da toplumsal hayata dair gözlemlerime dayanarak vardığım iki temel sonuç var. Bir, köşe yazarı dediğimiz insanlar editörlerden ve muhabirlerden daha değerli addediliyorlar. Öyleyse illa ki o mertebeye atlamakta fayda vardır. Bunu da şüphesiz ki az sayıda insan başarabilmektedir.

İki, köşe yazarları sözünde keramet olduğuna inanılan insanlardır. Bir diyeceğiniz varsa, bunu muhabir şapkanızla yazdığınız habere yedirmenizle, yakışıklı bir fotoğrafınızın süslediği ve size ait olan bir köşede ahkâm kesmek suretiyle dile getirmeniz arasında büyük fark vardır. İlkinde piyade, ikincisinde keskin nişancı muamelesi görürsünüz. Bazen albay muamelesi görürsünüz. Bazen general muamelesi görürsünüz. Hatta bazen allah sizi inandırsın Rambo muamelesi görürsünüz.

Hâlbuki bu çarpık bir düzendir. Sağlıksızdır. Batı medyalarında durum böyle değildir. Neden mi? Çünkü köşe yazarları köşede yazmamaktadır ki kuzum. Genelde sayfaların sağ veya sol kenarında, yukarıdan aşağıya yazarlar. Yani köşe yazarı değil sütun yazarıdırlar. Daha adını doğru dürüst koyamamışız kardeşim. Ben medyayı hakikaten çok sorunlu görüyorum yani. 

Kimileri köşe yazarlarının önemli bir kısmının gazetecilik, habercilik background’ına sahip olmamasını eleştiriyor. Ben de bunu anlamıyorum. Erkek jinekoloğa gittiğiniz zaman “sen geçmişte hiç doğum yaptın mı?” diye sormuyorsunuz ama. Ya da Ecevit Sanskritçe üzerine kitaplar mı yazdı, hayır. Ülkeyi yönetti. Hatta yönetirken bir ara Cumhurbaşkanı’nın kendisine Anayasa fırlatmasına çok içerledi. Ülkeyi garip bir zamanda seçime de götürdü. Kimse de kalkıp “Ecevit zaten siyaset bilimi okumamıştı” demedi.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla Ferhat Göçer’in hasta muayene etmesindense şarkı söylemesinin daha iyi olduğunu düşünen çok sayıda insan da var. Yani “gazetecilikle ilgisi olmayan bu kadar da fazla köşe yazarı olur mu?” diye sorup durmayın. Oluyor. Tozunu bile attırıyorlar.   

Peki nasıl köşe yazarı olunur? Anlayabildiğim kadarıyla bunun çeşitli yolları var. Gerçi bir harita, güzergâh vs. çizmek de zor. Herifin biri üç sene önce mi ne, çıktı, Deniz Gezmiş ulusalcıdır ve yabancı düşmanıdır diye bir şeyler yazdı. Aldı yürüdü, şimdi futbol üzerine konuşuyor. Bir de Hıncal Uluç var; atletizmden de anlıyor, operadan da, tarihten de, gecenin bir vakti evinden gayrı bir eve giden genç kadınların orada ölmesinin normal karşılanması gerektiği gibi ince hususlardan da anlıyor. Gel de çık işin içinden. 

Biz tekrar sorumuza dönelim. Nasıl köşe yazarı olunur? Şimdi bir kere Türkçe’yi iyi kullanmak şart değil. Tercih ediliyordur gene her şeye rağmen, ama bunun bir önkoşul olmadığı anlaşılıyor. Entelektüel birikim de önkoşul değil sanki. Yani siz “bakın ben şu, şu, şu konulardan anlarım” derseniz size “olmaz, sen git, şu köşedeki apaçi gelsin” demezler. Ama bunun da tek başına (bazen de yanında başka şeyler olduğu halde) yeterli olmadığını zannediyorum. Yanılıyorsun diyen ve beni ikna eden biri çıkarsa ona Eminönü’nde balık ekmek ısmarlarım.

İyisi mi gene sorumuza dönelim. Şimdi bir kere işe yarayan bir soyadınız varsa, bir miktar avantajınız var demektir. Bunu kabul etmek gerek. Mesela benim soyadım aslında Zaman, Taraf, Bugün gibi gazetelerde köşe yazmam için bana avantaj sağlıyor ama salatalıklık bende, bu statik enerjiyi kinetiğe çeviremiyorum. Hele bir de soyadım Devrim, Vesayet, Elitoğlu, Aydınlık, Evrim, Tinerhan, Ateistcan, Köyenstitülü olaydı… O zaman görürdüm günümü.

Neyse siz siz olun; doğmadan önce annenizi, babanızı, amcanızı, teyzenizi, abinizi falan seçmeye çalışın. Bunun mümkün olmadığını söylediğinizi duyar gibi oluyorum. Ben gelecekteki CERN deneylerinden umutluyum. Bir de biliyorsunuz daha uzaydaki karadeliklerin sırrı çözülmedi. Bir keresinde de bilim adamlarının laboratuvarda anti-madde diye bir şey ürettiklerini okumuştum. Bu pilav daha çok su kaldırır.

Hay allah, bize ayrılan yerin sonuna geldik.        
      

5 Mart 2012 Pazartesi

AKP’nin milliyetçiliği


Burak Cop

5 Mart 2012


Biraz Türk sağının tarihine yönelik okuma-araştırma eksikliğinden, biraz da Türkiye tarihini 28 Şubat’la başlatıp üzerine bir de AKP’ye sahip olmadığı hasletleri atfetmekten, iktidara angaje liberal çevreler ve onların nüfuzu altındaki kesimlerde AKP’nin milliyetçiliğine yönelik bir körlük var. Daha doğrusu vardı, iktidardan kaynaklı bütün terslikler artık o kadar büyük bir yekûna ulaştı ki, az önce bahsettiğimiz kör gözler de yaklaşık son 2 yıldır (yani “Kürt açılımı” su kaynattığından beri) iktidarın milliyetçiliğini bölük pörçük eleştirir oldular. Burada iktidar derken iktidar partisini de aşan bir bloktan söz ediyoruz, yani AKP artı Gülen Cemaati’nden. 

Burada özellikle Ayşe Hür’ün 11 Aralık tarihli Taraf’taki yazısını hatırlatmak isterim. Türkiye’nin başlıca siyasi ve toplumsal meselelerinde Fethullah Gülen’in ne gibi görüşlere sahip olduğunu bizzat Gülen’in yazdıkları ve söylediklerini aktararak sergileyen Hür, karşımızdaki figürün milliyetçilik, muhafazakârlık ve devlet otoritesi yanlılığıyla, “bildiğimiz” Türk sağının bir varyantı olduğunu göstermişti. Bu tür yazıları okumamız için AKP’nin referandum zaferi üzerine bir de üçüncü seçim zaferini kazanması gerekiyormuş demek ki. Olsun. Kimi jetonların geç düşmesi hiç düşmemesinden iyidir, hele ki bazı kalem erbaplarının hâlâ neler yazdıklarına bakınca.  

Ancak, az önce de belirttiğimiz gibi, AKP’nin milliyetçi tavırlarını eleştiren liberal çevrelerin bunu bölük pörçük yaptıkları, belli bir sistematiğe oturtmadıkları, herhangi bir ideolojik bağlama (hele ki tarihsel bağlama) oturtmak gibi bir dertlerinin ise hiç olmadığı görülüyor. Türkiye tarihini 28 Şubat’la başlatanlar elbette ki bir tarafta anti-demokrat ve Kemalist devleti (yahut Kemalizmi), onun karşısında ise demokrasi mücadelesi veren, 90’larda İslamcı olup şimdi de “muhafazakâr demokrat” olan bir hareketi görecektir. 

Bu bakış açısına göre, özellikle de ilk iktidar döneminde Kıbrıs meselesinden tutun da Kürt sorununa kadar bir dizi konu başlığında AKP’ye karşı ulusalcı bir muhalefet yürütülmüş, bu muhalefette şimdi Ergenekon’dan yargılananlar kadar CHP de yer almıştır. Dolayısıyla AKP milliyetçiliğin ulusalcılık denilen varyantıyla ve anti-demokratik hamlelerle karşılaştığına göre milliyetçi değildir yahut en azından rakiplerine göre daha az milliyetçidir, keza demokratikleşme yanlısıdır yahut en azından rakiplerine göre daha demokrattır.   

Hiç şüphe yok ki bu çok sorunlu bir bakış açısı. Türkiye’de seküler milliyetçilik son 10 yılda ulusalcılık olarak kodlanır oldu ve ikinci Baykal dönemi CHP’sinin politik tutuculuğu ulusalcılıkla harman oldu. Ancak Türkiye’de çok daha köklü olan, solun toplumsallaştığı 60’lı ve 70’li yılların anti-komünist siyasetleriyle biçimlenen, ulusalcılığa nazaran toplum nezdinde daha çok karşılığı bulunan bir milliyetçilik vardır ki bu da ezan-bayrak milliyetçiliğidir. (En somut ifadesini de Çiller’in “Bayrak inmez, ezan dinmez” mottosunda bulmuştur). İşte AKP’nin milliyetçiliği de budur, ezan-bayrak milliyetçiliğidir. Toplumun çimentosu olarak Müslümanlığın, ulusalcılıktakine göre daha ön planda olduğu bir milliyetçilik. 

AKP’nin ideolojik kaynakları

AKP’nin ideolojisinin üç kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki olan Milli Görüş’ün zaten milliyetçi yönü son derece güçlüydü. Bu “Atatürk milliyetçiliği”nden farklı olarak içinde zerre kadar laiklik olmayan ve Türk unsuruna dayanmayan bir milliyetçilikti, ancak gene de milliyetçilikti. İkinci kaynak, 12 Eylül’ün ürünü olan Türk-İslam sentezidir, ki bundaki milliyetçiliği ayrıntılı izah etmeye herhalde gerek yoktur. Üçüncü kaynak da DP’li yıllardan 2000’lere uzanan Türk sağ siyasetidir, ki bunda da özellikle 60’ların ortasından itibaren ezan-bayrak milliyetçiliği çok belirgin olmuştur. 

60’ların ikinci yarısı yahut 70’lerin başı veya ortasından kalma gazete kupürlerini inceleyenler görecektir ki AP, CKMP (sonradan MHP), MP, YTP, CGP, Demokratik Parti gibi sağ partiler milliyetçi partiler olarak adlandırılmakta ve CHP de dâhil olmak üzere sol bu tanımın dışında, daha doğrusu karşısında konumlandırılmaktadır. Demirel’in AP’sinin, Erbakan’ın MSP’sinin, Türkeş’in MHP’sinin ve CHP’den kopan sağ kanadın kurduğu CGP’nin 1975-77 arasındaki koalisyon hükümetinin adının Milliyetçi Cephe (MC) olması tesadüf değildir. CGP hariç aynı partilerin 1977 seçimleri sonrasında kurdukları ikinci koalisyonun gene MC adını taşıması bunun bir tesadüf olmadığının en açık kanıtıdır herhalde.  

Uzun lafın kısası; İdris Naim Şahin bir yol kazası, bir tatsızlık, bir yanlışlık değildir. İdris Naim Şahin AKP’dir. Bir devlet organizasyonu olduğu kırıntı kadar bir şüpheye dahi mahal bırakmayacak kadar açık olan “Hocalı” mitingiyle ilgili yazısında, Taraf yazarı Alper Görmüş, bir kampanyanın başlatıldığını belirtiyor ve bu kampanyanın amacını şöyle tarif ediyor: “(milliyetçi) duyguların taşıyacağı eylemlerin sorumluluğunu ve yükünü iktidarın omuzlarına yükleyerek, onu bilhassa Batı kamuoylarının gözünde mahkûm etmek”. Görmüş’e göre Başbakan Erdoğan iki yıl önce “milliyetçilik treni”ne binmiştir ve o trenle 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimine gitmek istemektedir.

Sahte dost açık düşmandan daha tehlikelidir 

Erdoğan hep o trendeydi, sadece farklı vagonlar arasında gidip geldi. Görmüş neye dayanarak iki yıl demektedir bilinmez ama Erdoğan’ın Mart 2009 yerel seçimleri öncesindeki yer yer şovenizme yaklaşan milliyetçi söyleminden örnekler internet arşivlerinde mevcuttur. Ancak asıl değinmek istediğim başka bir şey. Bir konudaki muarızınızın veya düşmanınızın kim olduğu açıksa, ne dediği ve neyi savunduğu netse, aslında çok da endişe etmeye gerek yoktur. Ona göre konumlanır, ona göre gardınızı alırsınız. İyilikten yana gibi görünürken aslında kötülüğü örten, hakikati çarpıtıp saptırmaya çalışanlar ise açık düşmandan daha tehlikelidir. 

Görmüş yazısında 2015’e kadar artan bir ivmeyle süreceği belli olan anti-Ermeni kampanyayı hükümetin dışında ve aslen hükümeti yıpratmaya yönelik bir şey olarak tarif etmektedir. Ona göre Erdoğan dönemsel bir milliyetçilik adına bu kampanyaya dışardan destek vermektedir, ancak bu yolda kendisine ne tür sürprizler hazırlandığını zamanla görecektir. Görmüş ve benzerleri pek çok meselede çubuğu iktidara bükmek amacıyla gerçekleri deforme etmekten çekinmiyorlar. Bugün nasıl ki 28 Şubat medyasının önemli figürleri hesap verme noktasına geldiyse, içinden geçtiğimiz otoriter dönem sona erip güç ilişkileri tersyüz olduğu zaman da Görmüş ve benzerlerinden hesap sorulacak. Bu da böyle bilinsin.         

19 Şubat 2012 Pazar

Siyasi koşullanma gerçekleri karartır

Burak Cop 

18 Şubat 2012

    Agos Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş’ın, gazetenin 9 Şubat tarihli sayısında ‘Asıl gündem dava çünkü hâlâ başlamadı’ başlıklı yazısı yayımlandı. Geneline katıldığım bir yazı, yer darlığından dolayı meramının ne olduğunu ise burada anlatamayacağım. Agos’un web sitesinde bulabilirsiniz. Üzerinden de biraz zaman geçti ama ne yaparsınız ki yazı yazma günüm cuma, kaldı ki mesele güncelliğini yitirecek bir mesele değil.   

Doğrultusuna katılmakla beraber yazıda sorunlu bulduğum bir iki nokta var. Bir anlam kaymasına mahal vermeden alıntılamak gerekirse, şu ifadeleri sizinle paylaşmak istiyorum: “Bir süredir Hrant Dink’in siyasi kimliğine, sahiplenilmesine, kullanılmasına ilişkin bir tartışma süregidiyor (…) [B]u sahiplenmenin, onun tümüyle karşı durduğu anlayışların ona el atması noktasına gelmesi, kabul edilemez. Ayrıca, “onun adına hapiste olmak” (…) gibi şahsi kullanımların da etik açıdan sorun taşıdığı çok açık (…) Sol içinde de, bu cinayetin yarattığı toplumsal tepkiden nemalanmaya heves eden bir damar olduğu sır değil. Sağlığında Hrant Dink’in savunduğu değerlerin tam karşısında yer aldığı halde bugün suret-i haktan görünmek için onu savunan kişi ve kesimler olduğu da öyle (…) Özetle: Solun bir kesiminin tutumuna yönelik eleştiriye evet. Aslen ulusalcı bir çizgiyi savunup Hrant Dink’e sahip çıkar görünen sahtekârlıkları ifşa etmeye evet (…)”

Her şeyden önce, Hrant adına hapiste olduğunu söylemenin şahsi ve etik dışı bir “kullanım” olduğu ifadesinin bendenizde gıyaben bir alınganlığa yol açtığını söylemeliyim, Nedim Şener’in gıyabında. Zira Şener geçen yıl gözaltına alınırken “Hrant için adalet için” diye haykırmış, tutuklu sanığı olduğu OdaTV davasının 23 Ocak tarihli duruşmasındaki “17 Ocak'ta iyi ki serbest bırakılmamışız. Nedim Şener'in neden tutuklandığını tüm Türkiye gördü. Yaşananlar beni teyit ediyor" sözleriyle de, mahkemenin huzurunda olmasının asıl sebebinin Dink suikastını araştırırken bir takım noktalara ulaşmış olması olduğunu dile getirmişti.     
  
Şener gerçekten de 2009’da Dink suikastındaki devlet dahlini araştırmaya başlamış, tutuklanana kadar bu konuda iki kitap yazmış, bazı güçlü polis şeflerinin hedefi haline gelmiş ve gene 2009’da telefonu dinlenmeye başlamıştı. Kitaplarında (özellikle Kırmızı Cuma’da) Hrant’ın 2004’ten beri faşistlerce hedef haline getirilmesini, Jandarma ve MİT’in rolünü konu etmiş, ancak sadece bunları yazmamıştı. Aynı zamanda Emniyet’teki iyi sıhhatte olsunlar örgütlenmesine mensup polis şeflerinin, suikastın işleneceğini bilmelerine rağmen buna engel olmadıkları gerçeğini somut kanıtlarla ortaya koymuştu.

Sonunda da, Dink’in öldürüleceğine dair bir bilgiyi 2006’da üstlerine tahrif ederek ilettiğini ortaya koyduğu bir polis şefinin yürüttüğü OdaTV soruşturması kapsamında tutuklandı. Bir yandan Ergenekon, OdaTV vs. soruşturmalarını yürütenlerin diğer yandan aslında neler yaptığına bakınca, bu davalar sonucu neden daha demokratik bir ülke olmadığımız anlaşılır hale geliyor.

Şener’in Emniyetçilerle ilgili ortaya koyduğu şeylerin önemi, bunların Dink suikastıyla ilgili hükümet ve destekçileri tarafından inşa edilen paradigmaya ciddi şekilde gölge düşürmesiydi. Söz gelimi AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik 28 Ocak’taki açıklamasında Dink’in yem olarak seçildiğini ancak asıl hedefin AKP olduğunu öne sürmüş, köşe yazarı Oral Çalışlar ise 24 Ocak’taki yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “Dink cinayetini tezgâhlayanların ve örgütleyenlerin Ergenekoncular olduğu noktasında hiçbir kuşkum yok (…) AK Parti’yi darbeyle devirmeyi hedeflemiş olan Ergenekoncular (…) Bu cinayetler, Türkiye’yi bir kaosa sürükleyerek, darbe ortamı yaratarak AK Parti iktidarını alaşağı etmeyi hedefleyen darbecilerin ürünü”. Uzun lafın kısası, Dink suikastı iktidar ve destekçileri için bir “negatif kıymet” niteliğinde. 

Ancak, asıl hedefin iktidar olduğu anlatısı, iktidarın polislerinin süreçteki (Şener tarafından ifşa edilen) rolünün mahkemece soruşturulması şöyle dursun, polis muhbirinin bile kurtarıldığı bir yargılamanın sonucunda tamamen mesnetsiz hale geldi. 

Dink’i hayatının son 3 yılında hedef haline getiren faşistlerin bazıları Ergenekon sanığı. Dink’in son iki yazısında bu 3 yıllık meşum süreci anlatarak nasıl hedef haline getirildiğini ortaya koyması (yani maktul bir yere işaret etmektedir), kardeşi Orhan Dink’in bir televizyon yayınında “katil Veli Küçük’tür” demesi, Şener’in de Kırmızı Cuma kitabında “neden Hrant Dink cinayeti Ergenekon iddianamesinde yok?” diye sorması… Bütün bunlar “olağan şüpheliler”in kimler olduğunu işaret ediyor. 

Amma velakin… Tapu kadastro memurlarından ya da itfaiyecilerden bahsetmiyoruz, eğer ki istihbaratçı polisler işleneceğini bildikleri bir cinayete engel olmuyorlarsa, bunun adı ihmal değil suç ortaklığıdır. Cinayetten 1 saat 47 dakika sonra Erhan Tuncel’i arayan bir polis memurunun, cinayetin zamanlaması hariç her şeyini bildiği (Dink’in başından vurulacak olması dâhil) gerçeği ortadadır. (bkz. Kırmızı Cuma, s. 69-72). Dink’in katledilmesinin iktidar ve destekçileri için bir negatif kıymet olmasını tüm bu manzarayla birleştirin lütfen.  

Şimdi tekrar Koptaş’ın satırlarına dönelim. Koptaş solun bir kısmını suikastın yarattığı toplumsal tepkiden yararlanma fırsatçılığıyla ve aslında ulusalcı olan bazılarını Hrant’a sahip çıkar gibi görünme sahtekârlığı ile eleştiriyor. Somut bir şey yazmadığı için kimlerden bahsettiğini ancak tahmin edebiliriz. Üyeleri Hrant’ın 2006’da 301. maddeden yargılandığı duruşmaya dayanışma amacıyla giden ve faşistlerin saldırısına uğrayan, o efsanevi cenaze töreninin tertiplenmesinde DTP’yle beraber en önemli rolü oynayan ve aradan geçen 5 yılda her duruşma öncesi Beşiktaş meydanına kitlesiyle gelen ÖDP’yi kastetmediğini tahmin ediyorum. Ya da Hrant katledildikten 2 gün sonra Trabzon’da şehrin en işlek yerinde stant açan Öğrenci Kolektifleri’ni kastetmiyordur herhalde. 

Bugüne kadar Hrant anmaları ve duruşmalarına, bu etkinliklere rengini veren siyasi bağlama (“Hrant’ın Arkadaşları”) uzak durduğu için kitlesel katılımda bulunmayan TKP’yi eleştiriyor olabilir mi? Bu parti geçen 19 Ocak’taki yürüyüşe katıldı, hem de kalabalık bir şekilde. Artık mızrak çuvala sığmaz bir hale gelmişti: Gerek 5 yıldır davanın aslında bir türlü “başlamaması”, gerekse referandumla beraber iktidarın iyice güdümüne giren “özel yetkili” yargı düzeninin suçlu diye önümüze 2 kişiyi sürmesi, Hrant anmalarının “Ergenekon anlatısı” üzerinden AKP’ye dolaylı bir meşruiyet sağlaması imkân ve ihtimalini sıfırladı (tabii AKP yetkilileri ve bazı köşe yazarları bu yöndeki çabalarına devam ediyor). TKP de anca bu sıfırlanma üzerine anmaya geldi.  

TKP’nin aradan geçen 5 yıldaki tavrı elbette eleştiriye açıktır ama en azından kimse dürüst davranmadıklarını söyleyemez. “Siyasi görüşlerine uzak olduğumuz ama haksızlığa uğramış bir halkın yiğit temsilcisi olarak selamladığımız Hrant Dink” diyorlar açıklamalarında. Ben olsam Ermeni halkından haksızlığa uğramış olarak değil; soykırıma, baskıya ve ayrımcılığa uğramış bir halk diye bahsederdim. Peki aradaki nüans ulusalcılık turnusolu mudur? Hiç sanmıyorum.   

Kaldı ki… Velev ki solda birileri fırsatçılık peşinde olsun, bazı gizli ulusalcılar da bir anda Hrantçı olmuş olsun. Bence ortada Hrant Dink’in sevenleri ve yakınları için çok daha öncelikli bir mesele var. “PKK olmasaydı AK Parti Dink cinayetini çözerdi” diyen kişi Agos’un bir önceki genel yayın yönetmeni… Gün Zileli’nin isabetli bir biçimde hakkında “Hrant Dink cinayetinin ardındaki asli faillerin ortaya çıkartılması diye bir derdi yok. Onun bütün derdi, dikkatleri “Ergenekon”a çekerek, AKP’yi ve kadrolarını bu işten mümkün olduğunca kurtarmaya çalışmak” diye yazdığı Oral Çalışlar Agos’ta köşe yazarı… Hükümetin AİHM’deki savunmasında Hrant’ı bir neo-naziye benzetmesini değil, bunun haberleştirilmesini eleştiren ve “hükümet Dink cinayetinde hedefe konmaya çalışılıyor” diye yakınan Ali Bayramoğlu, Hrant Dink Ödülü’nü veren jürinin üyesi…  

Az önce saydığım insanların hiçbirini kötü niyetli olmakla itham etmiyorum. Ama “her ağacın kurdu özünden olur” deyişini hatırlamaktan da kendimi alamıyorum.