13 Mart 2012 Salı

Nasıl köşe yazarı olunur?

Burak Cop 
12 Mart 2012 


Köşe yazarlığı her açıdan olmasa da pek çok açıdan ballı bir iştir. Yani herhalde öyledir. Köşem olmadığı için bilemiyorum. Öyleymiş gibi görünüyor ama şimdi çok da kesin konuşmak istemem hani. Ordan bir köşe yazarı çıkar, “dostum bilmeden konuşuyorsun, içi seni dışı beni yakar” der, öylece kalakalırım. 

Şimdi benim şu ana kadarki gazetecilik tecrübeme ve genel olarak da toplumsal hayata dair gözlemlerime dayanarak vardığım iki temel sonuç var. Bir, köşe yazarı dediğimiz insanlar editörlerden ve muhabirlerden daha değerli addediliyorlar. Öyleyse illa ki o mertebeye atlamakta fayda vardır. Bunu da şüphesiz ki az sayıda insan başarabilmektedir.

İki, köşe yazarları sözünde keramet olduğuna inanılan insanlardır. Bir diyeceğiniz varsa, bunu muhabir şapkanızla yazdığınız habere yedirmenizle, yakışıklı bir fotoğrafınızın süslediği ve size ait olan bir köşede ahkâm kesmek suretiyle dile getirmeniz arasında büyük fark vardır. İlkinde piyade, ikincisinde keskin nişancı muamelesi görürsünüz. Bazen albay muamelesi görürsünüz. Bazen general muamelesi görürsünüz. Hatta bazen allah sizi inandırsın Rambo muamelesi görürsünüz.

Hâlbuki bu çarpık bir düzendir. Sağlıksızdır. Batı medyalarında durum böyle değildir. Neden mi? Çünkü köşe yazarları köşede yazmamaktadır ki kuzum. Genelde sayfaların sağ veya sol kenarında, yukarıdan aşağıya yazarlar. Yani köşe yazarı değil sütun yazarıdırlar. Daha adını doğru dürüst koyamamışız kardeşim. Ben medyayı hakikaten çok sorunlu görüyorum yani. 

Kimileri köşe yazarlarının önemli bir kısmının gazetecilik, habercilik background’ına sahip olmamasını eleştiriyor. Ben de bunu anlamıyorum. Erkek jinekoloğa gittiğiniz zaman “sen geçmişte hiç doğum yaptın mı?” diye sormuyorsunuz ama. Ya da Ecevit Sanskritçe üzerine kitaplar mı yazdı, hayır. Ülkeyi yönetti. Hatta yönetirken bir ara Cumhurbaşkanı’nın kendisine Anayasa fırlatmasına çok içerledi. Ülkeyi garip bir zamanda seçime de götürdü. Kimse de kalkıp “Ecevit zaten siyaset bilimi okumamıştı” demedi.

Gözlemleyebildiğim kadarıyla Ferhat Göçer’in hasta muayene etmesindense şarkı söylemesinin daha iyi olduğunu düşünen çok sayıda insan da var. Yani “gazetecilikle ilgisi olmayan bu kadar da fazla köşe yazarı olur mu?” diye sorup durmayın. Oluyor. Tozunu bile attırıyorlar.   

Peki nasıl köşe yazarı olunur? Anlayabildiğim kadarıyla bunun çeşitli yolları var. Gerçi bir harita, güzergâh vs. çizmek de zor. Herifin biri üç sene önce mi ne, çıktı, Deniz Gezmiş ulusalcıdır ve yabancı düşmanıdır diye bir şeyler yazdı. Aldı yürüdü, şimdi futbol üzerine konuşuyor. Bir de Hıncal Uluç var; atletizmden de anlıyor, operadan da, tarihten de, gecenin bir vakti evinden gayrı bir eve giden genç kadınların orada ölmesinin normal karşılanması gerektiği gibi ince hususlardan da anlıyor. Gel de çık işin içinden. 

Biz tekrar sorumuza dönelim. Nasıl köşe yazarı olunur? Şimdi bir kere Türkçe’yi iyi kullanmak şart değil. Tercih ediliyordur gene her şeye rağmen, ama bunun bir önkoşul olmadığı anlaşılıyor. Entelektüel birikim de önkoşul değil sanki. Yani siz “bakın ben şu, şu, şu konulardan anlarım” derseniz size “olmaz, sen git, şu köşedeki apaçi gelsin” demezler. Ama bunun da tek başına (bazen de yanında başka şeyler olduğu halde) yeterli olmadığını zannediyorum. Yanılıyorsun diyen ve beni ikna eden biri çıkarsa ona Eminönü’nde balık ekmek ısmarlarım.

İyisi mi gene sorumuza dönelim. Şimdi bir kere işe yarayan bir soyadınız varsa, bir miktar avantajınız var demektir. Bunu kabul etmek gerek. Mesela benim soyadım aslında Zaman, Taraf, Bugün gibi gazetelerde köşe yazmam için bana avantaj sağlıyor ama salatalıklık bende, bu statik enerjiyi kinetiğe çeviremiyorum. Hele bir de soyadım Devrim, Vesayet, Elitoğlu, Aydınlık, Evrim, Tinerhan, Ateistcan, Köyenstitülü olaydı… O zaman görürdüm günümü.

Neyse siz siz olun; doğmadan önce annenizi, babanızı, amcanızı, teyzenizi, abinizi falan seçmeye çalışın. Bunun mümkün olmadığını söylediğinizi duyar gibi oluyorum. Ben gelecekteki CERN deneylerinden umutluyum. Bir de biliyorsunuz daha uzaydaki karadeliklerin sırrı çözülmedi. Bir keresinde de bilim adamlarının laboratuvarda anti-madde diye bir şey ürettiklerini okumuştum. Bu pilav daha çok su kaldırır.

Hay allah, bize ayrılan yerin sonuna geldik.        
      

5 Mart 2012 Pazartesi

AKP’nin milliyetçiliği


Burak Cop

5 Mart 2012


Biraz Türk sağının tarihine yönelik okuma-araştırma eksikliğinden, biraz da Türkiye tarihini 28 Şubat’la başlatıp üzerine bir de AKP’ye sahip olmadığı hasletleri atfetmekten, iktidara angaje liberal çevreler ve onların nüfuzu altındaki kesimlerde AKP’nin milliyetçiliğine yönelik bir körlük var. Daha doğrusu vardı, iktidardan kaynaklı bütün terslikler artık o kadar büyük bir yekûna ulaştı ki, az önce bahsettiğimiz kör gözler de yaklaşık son 2 yıldır (yani “Kürt açılımı” su kaynattığından beri) iktidarın milliyetçiliğini bölük pörçük eleştirir oldular. Burada iktidar derken iktidar partisini de aşan bir bloktan söz ediyoruz, yani AKP artı Gülen Cemaati’nden. 

Burada özellikle Ayşe Hür’ün 11 Aralık tarihli Taraf’taki yazısını hatırlatmak isterim. Türkiye’nin başlıca siyasi ve toplumsal meselelerinde Fethullah Gülen’in ne gibi görüşlere sahip olduğunu bizzat Gülen’in yazdıkları ve söylediklerini aktararak sergileyen Hür, karşımızdaki figürün milliyetçilik, muhafazakârlık ve devlet otoritesi yanlılığıyla, “bildiğimiz” Türk sağının bir varyantı olduğunu göstermişti. Bu tür yazıları okumamız için AKP’nin referandum zaferi üzerine bir de üçüncü seçim zaferini kazanması gerekiyormuş demek ki. Olsun. Kimi jetonların geç düşmesi hiç düşmemesinden iyidir, hele ki bazı kalem erbaplarının hâlâ neler yazdıklarına bakınca.  

Ancak, az önce de belirttiğimiz gibi, AKP’nin milliyetçi tavırlarını eleştiren liberal çevrelerin bunu bölük pörçük yaptıkları, belli bir sistematiğe oturtmadıkları, herhangi bir ideolojik bağlama (hele ki tarihsel bağlama) oturtmak gibi bir dertlerinin ise hiç olmadığı görülüyor. Türkiye tarihini 28 Şubat’la başlatanlar elbette ki bir tarafta anti-demokrat ve Kemalist devleti (yahut Kemalizmi), onun karşısında ise demokrasi mücadelesi veren, 90’larda İslamcı olup şimdi de “muhafazakâr demokrat” olan bir hareketi görecektir. 

Bu bakış açısına göre, özellikle de ilk iktidar döneminde Kıbrıs meselesinden tutun da Kürt sorununa kadar bir dizi konu başlığında AKP’ye karşı ulusalcı bir muhalefet yürütülmüş, bu muhalefette şimdi Ergenekon’dan yargılananlar kadar CHP de yer almıştır. Dolayısıyla AKP milliyetçiliğin ulusalcılık denilen varyantıyla ve anti-demokratik hamlelerle karşılaştığına göre milliyetçi değildir yahut en azından rakiplerine göre daha az milliyetçidir, keza demokratikleşme yanlısıdır yahut en azından rakiplerine göre daha demokrattır.   

Hiç şüphe yok ki bu çok sorunlu bir bakış açısı. Türkiye’de seküler milliyetçilik son 10 yılda ulusalcılık olarak kodlanır oldu ve ikinci Baykal dönemi CHP’sinin politik tutuculuğu ulusalcılıkla harman oldu. Ancak Türkiye’de çok daha köklü olan, solun toplumsallaştığı 60’lı ve 70’li yılların anti-komünist siyasetleriyle biçimlenen, ulusalcılığa nazaran toplum nezdinde daha çok karşılığı bulunan bir milliyetçilik vardır ki bu da ezan-bayrak milliyetçiliğidir. (En somut ifadesini de Çiller’in “Bayrak inmez, ezan dinmez” mottosunda bulmuştur). İşte AKP’nin milliyetçiliği de budur, ezan-bayrak milliyetçiliğidir. Toplumun çimentosu olarak Müslümanlığın, ulusalcılıktakine göre daha ön planda olduğu bir milliyetçilik. 

AKP’nin ideolojik kaynakları

AKP’nin ideolojisinin üç kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki olan Milli Görüş’ün zaten milliyetçi yönü son derece güçlüydü. Bu “Atatürk milliyetçiliği”nden farklı olarak içinde zerre kadar laiklik olmayan ve Türk unsuruna dayanmayan bir milliyetçilikti, ancak gene de milliyetçilikti. İkinci kaynak, 12 Eylül’ün ürünü olan Türk-İslam sentezidir, ki bundaki milliyetçiliği ayrıntılı izah etmeye herhalde gerek yoktur. Üçüncü kaynak da DP’li yıllardan 2000’lere uzanan Türk sağ siyasetidir, ki bunda da özellikle 60’ların ortasından itibaren ezan-bayrak milliyetçiliği çok belirgin olmuştur. 

60’ların ikinci yarısı yahut 70’lerin başı veya ortasından kalma gazete kupürlerini inceleyenler görecektir ki AP, CKMP (sonradan MHP), MP, YTP, CGP, Demokratik Parti gibi sağ partiler milliyetçi partiler olarak adlandırılmakta ve CHP de dâhil olmak üzere sol bu tanımın dışında, daha doğrusu karşısında konumlandırılmaktadır. Demirel’in AP’sinin, Erbakan’ın MSP’sinin, Türkeş’in MHP’sinin ve CHP’den kopan sağ kanadın kurduğu CGP’nin 1975-77 arasındaki koalisyon hükümetinin adının Milliyetçi Cephe (MC) olması tesadüf değildir. CGP hariç aynı partilerin 1977 seçimleri sonrasında kurdukları ikinci koalisyonun gene MC adını taşıması bunun bir tesadüf olmadığının en açık kanıtıdır herhalde.  

Uzun lafın kısası; İdris Naim Şahin bir yol kazası, bir tatsızlık, bir yanlışlık değildir. İdris Naim Şahin AKP’dir. Bir devlet organizasyonu olduğu kırıntı kadar bir şüpheye dahi mahal bırakmayacak kadar açık olan “Hocalı” mitingiyle ilgili yazısında, Taraf yazarı Alper Görmüş, bir kampanyanın başlatıldığını belirtiyor ve bu kampanyanın amacını şöyle tarif ediyor: “(milliyetçi) duyguların taşıyacağı eylemlerin sorumluluğunu ve yükünü iktidarın omuzlarına yükleyerek, onu bilhassa Batı kamuoylarının gözünde mahkûm etmek”. Görmüş’e göre Başbakan Erdoğan iki yıl önce “milliyetçilik treni”ne binmiştir ve o trenle 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimine gitmek istemektedir.

Sahte dost açık düşmandan daha tehlikelidir 

Erdoğan hep o trendeydi, sadece farklı vagonlar arasında gidip geldi. Görmüş neye dayanarak iki yıl demektedir bilinmez ama Erdoğan’ın Mart 2009 yerel seçimleri öncesindeki yer yer şovenizme yaklaşan milliyetçi söyleminden örnekler internet arşivlerinde mevcuttur. Ancak asıl değinmek istediğim başka bir şey. Bir konudaki muarızınızın veya düşmanınızın kim olduğu açıksa, ne dediği ve neyi savunduğu netse, aslında çok da endişe etmeye gerek yoktur. Ona göre konumlanır, ona göre gardınızı alırsınız. İyilikten yana gibi görünürken aslında kötülüğü örten, hakikati çarpıtıp saptırmaya çalışanlar ise açık düşmandan daha tehlikelidir. 

Görmüş yazısında 2015’e kadar artan bir ivmeyle süreceği belli olan anti-Ermeni kampanyayı hükümetin dışında ve aslen hükümeti yıpratmaya yönelik bir şey olarak tarif etmektedir. Ona göre Erdoğan dönemsel bir milliyetçilik adına bu kampanyaya dışardan destek vermektedir, ancak bu yolda kendisine ne tür sürprizler hazırlandığını zamanla görecektir. Görmüş ve benzerleri pek çok meselede çubuğu iktidara bükmek amacıyla gerçekleri deforme etmekten çekinmiyorlar. Bugün nasıl ki 28 Şubat medyasının önemli figürleri hesap verme noktasına geldiyse, içinden geçtiğimiz otoriter dönem sona erip güç ilişkileri tersyüz olduğu zaman da Görmüş ve benzerlerinden hesap sorulacak. Bu da böyle bilinsin.