24 Eylül 2010 Cuma

Feroz Ahmad'la leziz bir söyleşi

Prof. Feroz Ahmad'ı tanıtmama gerek yok. Kendisiyle ntvmsnbc için röportaj yaptım. Hoca halen Yeditepe Üniversitesi'nde akademik yaşantısını sürdürüyor, ve yayınlandıktan sonra çok ses getireceğini tahmin ettiğim bir eser üzerinde çalışıyor. Konusu; Jön Türkler ve Osmanlı Devleti'nde milliyetler sorunu. Röportajda bu eserinden parçalar gördüm gibime geldi. Neyse, orjinal linkleri de sizinle paylaşıp, iki bölüm hâlinde yayınlanan bu uzun ve güzel röportajı buraya koyayım. 
http://www.ntvmsnbc.com/id/25134085/  ve  http://www.ntvmsnbc.com/id/25134503/     

---------------------------------------------

‘Türkiye Cumhuriyeti, geçmişten bir kopuştur’

Dünyaca ünlü Osmanlı-Türkiye tarihi uzmanı Feroz Ahmad, 1923 öncesiyle sonrası arasında bir süreklilikten ziyade kopuşun olduğunu belirtiyor.

Yaşayan en önemli modern Osmanlı-Türk tarihçilerinden Prof. Feroz Ahmad, ntvmsnbc’nin sorularını yanıtladı.
Kürt sorununu konuşarak başladığımız röportaj, Cumhuriyet’e ve onun kurucu ideolojisine dair bir sohbete dönüştü.
Çalışmalarını halen Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölümü’nde sürdüren Ahmad’la söyleşimizin Ermeni meselesine dair ikinci kısmını da kısa bir süre sonra okurlarımızla paylaşacağız.
Kürt sorunu nasıl doğdu?
Geç Osmanlı döneminde Kürt sorunu mevcut değildi. Kürtler “Müslüman Milleti”nin bir parçasıydı. Jön-Türk döneminde bir Kürt sorunu yoktu, ön planda olanlar Kürt aşiretlerinin reisleriydi. Ve bunlar devletin merkezîleşmesinden hoşlanmıyorlardı. Devletin onlara yönelik vergi koymasından, bir takım başka vasıtalarla kontrol tesis etmesinden, yerleşik toplulukları taciz etmelerine engel olmasından hoşnut değillerdi.
Ermeni yerleşik topluluklarına saldırılar düzenlerlerdi ama sadece Ermenilere de değil. Yerleşik Kürtlere de saldırırlardı. Kürt aşiretleri bu dönemde yabancı güçlerin enstrümanları hâline geldi. Çok enteresan bir biçimde, söz gelimi Ruslar, Kürtleri Ermenilere karşı kullanmaya çalıştılar.
Nasıl yani? Ruslar Kürtleri Ermenilere karşı mı kullandı?
Evet. Kulağa garip geldiğinin farkındayım. Mesela 1914’te Bitlis’teki Ermeni toplumuna bir saldırı düzenlendi. Osmanlı hükümeti Ermenileri silahlandırdı. Başkent İstanbul Bitlis’ten çok uzaktaydı. Bölgeye hızlı bir şekilde asker gönderme şansı yoktu hükümetin. Hükümet Ermeni toplumunu silahlandırdı ve onlar da saldırgan Kürt aşiretlerini püskürttü.
Yanlış anlamadım değil mi, Osmanlı hükümeti Ermenileri silahlandırdı. Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştım.
Osmanlı hükümeti son derece zayıftı. Devlet güçlü değildi. Her neyse, saldırgan Kürtler püskürtüldü ve bunların lideri Bitlis’teki Rus konsolosluğuna sığındı. Orada Dünya Savaşı patlak verene kadar kaldı. Bu ve benzeri olaylar bir bakıma savaşın sonuna dek sürdü.
Cumhuriyetin ilanıyla beraber aynı sorun devam etti. Cumhuriyet devleti merkezîleştirmek istiyordu. Bir ulus-devlet kurmak istiyordu. Kürt aşiret reisleri bunu istemediler. Buna bağlı isyanlar oldu. 1925’teki en çok bilinendir, sonra da bunlar devam etti. Kürt aşiret liderleri bir dereceye kadar parlamenter sisteme dâhil edildi, milletvekili yapıldılar. Aralarından bakan olanlar dahi çıktı.
Benim görüşüme göre Kürt sorunu 1960’larda yeni bir boyut kazandı. “Sorun” bu sefer aşiretlerden değil, eğitimli Kürtlerden kaynaklanmaktaydı. Ankara Hukuk veya Siyasal Bilgiler fakültelerinde eğitim gören Kürtlerdi bu kişiler. Kendilerini farklı bir kültürel topluluk olarak görmeye başladılar. O dönemi çok iyi hatırlıyorum zira Ankara’da yaşıyordum. Kendilerini Kürt diye değil, Doğu Kültür Dernekleri olarak adlandırıyorlardı (‘Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ olacak. Akabinde de isimleri ‘Devrimci Doğu Kültür Dernekleri’ oldu. – B.C.). Kürt sorunu “gelişmeye” devam etti ve 1980’ler itibariyle bir ayaklanmaya ve askeri bir soruna dönüştü. Ve bugünlere gelindi.
Kürt çevrelerinde şöyle bir tez vardır biliyorsunuz: Kurtuluş Savaşı sırasında Kemalist liderlik Kürtlere özerklik sözü verdi, 1921 Anayasası’nın yerinden yönetimi mümkün kılan yapısıyla da uyumlu olarak. Ancak 1923’ten sonra, verilen sözler tutulmadı. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Bakın… Denir ki, Jön-Türk döneminde Türk milliyetçiliği vardı. Hâlbuki milliyetçilik değil, milliyetçiler vardı. Sayıları da azdı. İttihat ve Terakki’nin gerçek ideolojisi Osmanlıcılıktı. İmparatorluğu korumak istiyorlardı. Ve imparatorluğu milliyetçi olarak koruyamazlardı. Arapları, Anadolu Rumlarını, Ermenileri ve diğerlerini elde tutmaları gerekiyordu. Bunu sağlayacak olan da Osmanlıcılıktı. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ise ortada imparatorluk kalmamıştı. ABD Başkanı Wilson “Dünya Savaşı sonrasında kurulacak olan devletler, ulus-devletler olacak” demişti. Türkler de bir ulusal ideolojiye gereksinim duydular. Ve Cumhuriyet, daha önce mevcut olmayan bu ulusal ideolojiyi yaratmaya koyuldu.
İmparatorluk zamanındaki lisan “Osmanlıca” diye adlandırılırdı. Osmanlıca gitti, Türkçe’yi yaratmak gerekti. Cumhuriyet bir dil reformu başlattı. Yazı reformu yapıldı. Dil Türkçeleştirilmeye başlandı. Bu 1935’e kadar devam etti. Yani Güneş-Dil teorisi ortaya atılana dek. O günlerde bir İngiliz oryantalist bu teori için der ki; “Dili Türkçeleştirmeye çalışanlar, Türkçe sözcükleri de Türkçeleştirir oldular. Bunu önlemek için Güneş-Dil kuramı ortaya atıldı. ‘Güneş-Dil’e göre bütün dünya dilleri Türkçe’den türemiştir. Dolayısıyla sözcükleri değiştirmenin gereği yoktur, çünkü onlar zaten Türkçe’dir”. Atatürk böylece dil reformunun aşırıya gitmesini durdurmak istemişti.
Uzun lafın kısası, söz konusu olan; bir ulus, bir ulusal dil, bir ulusal kültür yaratmaya yönelik kararlılıktı. Kemalistlerin yapmaya çalıştığı şey; ki burada Kemalist sözcüğünün altını çizmek istiyorum çünkü başka milliyetçiler de vardı, Terakkiperverler gibi…
Onlar da milliyetçiydi, değil mi?
Onlar da milliyetçiydi. Ama farklıydılar. Kemalistler Osmanlı toplumunu dönüştürüp onu artık ataerkil olmayan bir topluma dönüştürmek istiyorlardı. Diğer milliyetçiler ise, söz gelimi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), ataerkil toplumu muhafaza etmek istiyorlardı. Kemalistlerin başlattığı süreç halen devam ediyor çünkü ataerkil olmayan bir toplumu reformlarla tesis edemezsiniz. Bunun için belki birkaç yüzyıl gerekmektedir.
Ataerkillik mevzuunda şunu söyleyemez miyiz: Kemalistlerin yaptıkları reformlar aslında İttihatçılar tarafından başlatılmıştı. Söz gelimi, doğru hatırlıyorsam, kadın öğrencilerin Darülfünun’a (İstanbul Üniversitesi) kabul edilmesi 1917’de olmuştu. Kemalistler İttihatçıların başlattığı şeyi devam ettirdi diyemez miyiz?
Kâğıt üzerinde. Büyük oranda kâğıt üzerinde. Cumhuriyetin kurulma sürecinde buna karşı bir isyan oldu. Şimdi adını hatırlayamadığım bir Şeyhülislam “kadın ve erkek öğrenciler birarada okumamalıdır, günahtır” diye karşı çıktı buna. Kadınlara haklarının verilmesi Türkiye’de büyük bir adımdır, ataerkilliğin üstesinden gelme çabaları bağlamında. Kamusal alan kadına açılmıştır. 1929’da düzenlenen ilk güzellik yarışmasının da arkasında kadınları kamusal alana taşıma arzusu vardır. Bu, Türkiye’deki belki de en devrimci değişimdi.
İttihatçılarla Kemalistler arasında olduğunu söylediğiniz derin farklılığın ataerkillik boyutu konusunda ikna oldum ama başka bir şey soracağım. Jön-Türklerin ideolojisi Osmanlıcılıktı dediniz. Peki Balkan Savaşı sonrasında, ve tabii 1. Dünya Savaşı sırasında, Türk milliyetçiliğinin resmen olmasa bile fiilen devletin resmi ideolojisi hâline geldiğini söyleyemez miyiz?
Yalnızca bir avuç Türk milliyetçisi vardı, “Türk yurdu” grubu gibi. Ama bakın, Balkan Savaşı sonrasında bile Arapları imparatorluğa bağlı tutmak çok önemliydi. Hiç kimse “hadi artık Araplardan kurtulup bir ulus-devlet kuralım” demedi. İTC’nin hedeflerine baktığınız zaman, bunların savaş esnasında daha bile emperyal bir hâle geldiklerini görürsünüz. Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’na girişine dair en yaygın efsanelerden biri, hatalı bir karar verildiği ve savaşın kaybedildiğidir. Hâlbuki 1918 Yazı’na kadar Almanların savaşı kazanabileceklerini düşünüyorlardı. Almanlar 1918 Mart’ından Ağustos’a kadar son bir saldırı dalgası yürüttüler ve bunun sonucunda Almanya’nın Müttefiklere kendi istediği bir barış antlaşmasını dayatabileceği umuluyordu. Bu aynı zamanda Osmanlıların istediği türde bir barış anlamına gelecekti.
Almanlar İTC’ye sordular, savaştaki hedefleriniz nedir diye. Aldıkları cevaplar: Mısır’ı geri istiyoruz. Kıbrıs’ı geri istiyoruz. Arap bölgelerini geri istiyoruz… Osmanlı İmparatorluğu Batı devletlerinden farklıydı. Çünkü Osmanlı Devleti’nde bir anayurt yoktu. Ziya Gökalp’in meşhur şiirini herkes bilir: “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan, vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan”. Turan neresidir? Bir efsane.
Yani coğrafi bir bölge değil.
Değil.
Peki Müslüman bir burjuvazi, Müslüman bir sermaye sınıfı yaratma konusunda İttihatçılarla Kemalistler arasında bir devamlılık görüyor musunuz?
İttihatçılar bir Osmanlı burjuvazisi yaratmak istiyordu. Doğrudur, Müslümanlar imparatorlukta en zayıf unsurdu. Ancak İttihatçılar Rum ve Ermenileri de dışlamak istememişti. Mesela 1917’de ilk Osmanlı milli bankası kuruldu, İtibar-ı Milli Bankası. İstanbul’daki Ermeni toplumu, daha doğrusu o toplumun bankerleri vesaire, bunun arkasındaydı. Osmanlı İmparatorluğu hayatta kalabilseydi bu insanlar önemli roller oynayacaklardı. Ama doğru, İttihatçılar Müslüman bir burjuvazi yaratmak istediler. Çünkü Müslümanlar uzun süre bu faaliyetlerin dışında tutulmuştu. Asker oluyorlardı, idareci oluyorlardı…
Sorunuza dönecek olursak, elbette tarihte devamlılık vardır, keskin kopuşlar yoktur. Ama tarihçi bir konuyu incelerken şunun cevabını arar: Hangisi baskındır, süreklilik mi yoksa kopuş ya da değişim mi? Ben Cumhuriyet’te ikincisinin baskın olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet’i kuranlar bir önceki dönemin Jön-Türkleriydi, bu doğru. Mustafa Kemal de öyleydi. Almanya’da da 1945 sonrası başa geçen insanların çoğu eskiden Nazi’ydi. Bugünkü Papa, Hitler’in gençlik teşkilatının üyesiydi. Ama bu onu Nazi yapmaz.
Dolayısıyla, mühim olan bireyler değildir, bireyler değişir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan pek çok kişi Halife’nin Cumhurbaşkanı olmasını istiyordu (Hilafet Mart 1924’te, yani Cumhuriyet’in ilanından sonra kaldırıldı – B.C.). Halife’nin İslam dünyasındaki ağırlığının Yeni Türkiye’ye büyük bir prestij sağlayacağını düşünüyorlardı. Ama Mustafa Kemal, “Hayır, geçmişten kopmalıyız, bu devamlılığı istemiyoruz” dedi. Bu devamlılık hâlinde reformlar yapılamazdı, ataerkil toplum yapısı devam ederdi. Cumhuriyet’te değişim baskındır, kopuş baskındır.

‘Tehcir muhtemelen bir Alman planıydı’

Ünlü tarihçi Feroz Ahmad, kesin bir belgesi mevcut olmamakla birlikte, 1915 Ermeni Tehciri’nin büyük olasılıkla Almanların planı olduğunu belirtiyor.

Modern Osmanlı-Türkiye tarihi üzerine çok önemli yapıtların altında imzası bulunan Prof. Feroz Ahmad, ntvmsnbc’ye Ermeni meselesiyle ilgili bilinmeyenleri anlattı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun tamamen Berlin’in kontrolü altında bulunduğuna dikkat çeken Ahmad, Ermeni Tehciri konusunda bugüne dek üzerinde pek durulmayan “Almanya faktörüne” dikkat çekiyor.
1915-16’daki Ermeni Tehciri veya bir görüşe göre Ermeni Soykırımı sırasında meydana gelen katliamları homojen bir Türk ulusu ve Müslüman bir burjuvazinin yaratılması hedefinin parçası olarak görmüyorsunuz sanırım. Sermayenin Hıristiyanlardan Müslümanlara transferi…
Bu olmuş olabilir. Ama tehciri, katliamları vesaire daha farklı bir bağlama oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Bu konu benim şu sıralar üzerinde çalıştığım, yazdığım bir konu. Şu aralar ‘Jön-Türkler ve Milliyetler Sorunu’ başlıklı bir eser üzerinde çalışıyorum. O dönemin “Ermeniler”inden söz ederken, İstanbul Ermenilerini, İzmir ve Batı Anadolu Ermenilerini buna dâhil etmemeliyiz. Onlar devrimci değildi. Devrimci olanların bir örgütü vardı; Daşnak. Yani Ermeni Devrimci Federasyonu.
Ben Rum, Ermeni, Arnavut ve Arap meselelerini Osmanlı İmparatorluğu’nun “dekolonizasyon” sürecinin parçaları olarak görüyorum. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) 1913’te, o zamana kadarki programını bir kenara bıraktı ve imparatorluğu adem-i merkezileştirmeye başladı. Araplara ve Ermenilere bir takım tavizler verdi. İTC Doğu’daki, “Ermeni vilayetleri” olarak adlandırılan altı vilayette iki yabancı valinin görev yapmasını kabul etti. Bunlardan biri Hollandalı, diğeri Norveçli olacaktı. Eğer Dünya Savaşı çıkmasaydı neler olacaktı bilemeyiz.
Avrupa’da savaş başlayınca Ermeni devrimcileri bir karar vermek durumunda kaldılar. Ağustos 1914’te kongrelerini topladılar. Buraya İttihatçılar bir delegasyon gönderdi. İTC heyeti Daşnaklara şu soruyu sordu: “Biz Ruslarla savaşırsak sizin tutumunuz ne olur?”. Daşnakların cevabı ise “Ruslarla savaşırsanız tarafsız kalırız” oldu. Bir görüşe göre bu bir hataydı, 1915’teki tehcir ve katliamlara yol açtı.
Bana göreyse bu bir hata değildi. Daşnaklar bir hesaplamada bulunmuştu. Kafkasya’daki Ermenileri de göz önünde bulundurarak bir hesap yaptılar. Savaş olursa kim kazanır diye düşündüler. Yaptıkları hesaba göre savaşı Müttefikler kazanacaktı. Haklı da çıktılar.
Ama, kötü şans, tarihsel koşullar değişti. İngilizler Ermenileri manda altına almak istemedi, Irak’tan memnundular. Fransızlar Ermenileri manda altına almak istemedi, Suriye’den memnundular. ABD Başkanı Wilson Ermenileri Amerikan mandası altına almak istiyordu ama orada da Senato buna izin vermedi. Sonuç; bir Ermeni devleti kurulamadı.
Ermeni devleti anca bir jenerasyon sonra ve şu şekilde kurulabilirdi. Nasıl ki İngilizler Filistin’i manda altına aldılar ve sonra orada bir Yahudi devleti kurulduysa, ki İngilizlerin Filistin’i manda altına almaktaki amaçları aslında bir Yahudi devleti kurmak değildi, amaçları Fransızları Filistin’den uzak tutmaktı… Uzun lafın kısası Ermeni sorunu, bu sorun hakkında okuduklarımızdan daha karmaşık bir meseledir.
Ayrıca katledilen Ermenilerin tam sayısını da bilemiyoruz. 1918-19’a geldiğimizde, yani Versailles Barış Antlaşması dönemine, Bogos Nubar Paşa gibi kişilerin “bir devlet kurmamıza yetecek kadar nüfusumuz var” dediklerini görüyoruz. Rus ordusuyla beraber kaçan Doğu Ermenileri vardı, Arap dünyasında Ermeniler vardı, tüm bunların geri dönmesi ihtimal dâhilindeydi. İstanbul Ermenileri ise İngiliz yetkililerine “bir Ermeni devleti kurulursa biz oraya gitmek istemiyoruz, İstanbul’da kalmak istiyoruz” diyorlardı. Bu biraz da bugünkü Kürtlerin durumuna benziyor. İstanbul’da yaşayan bir Kürt Diyarbakır’a gitmek ister mi? Hiç sanmıyorum.
Sizce İttihatçı liderliğin daha 1. Dünya Savaşı başlamadan önce Ermenilerden “kurtulmak” gibi bir gizli planının olması ihtimali nedir? Böyle bir olasılık var mıdır ve böylesi bir olasılığı destekleyecek kanıtlar bulunabilir mi?
Bakın… Planlar, her zaman yapılır. Bir yerde şunu okumuştum; Amerikalılar Kanada’yı istila etme planı yapmış. Bunu yapacaklar mıydı? Pek düşük olasılıkla. Ama Sovyetler Alaska’dan girip Kanada’yı işgale başlasaydı, ABD de güneyden girecekti. Eminim ki Türk Genelkurmayı’nın Yunanistan’ı istila etme planı vardır. Yunan Genelkurmayı’nın Türk ordusuyla savaşma planı vardır. Planlar hep vardır. Sizin ve benim planlarımız vardır. Milyoner olursam yapacağım şeylerin planı vardır. Peki milyoner olma şansım? Çok düşük.
Dolayısıyla evet, İttihatçıların planları olmuştur. Ama bunlar hükümet planı değildi. Bir Alman’ın 1917 basımı anılarını okudum, İngilizce’ye de çevrilmiş. Diyor ki anılarında, Ermeniler 1916’da evlerine geri dönmeye başlamış. Bu bilgiye başka hatıralarda da rastlıyorsunuz. Tehcir kararının alındığı tarihe bakalım. 27 Mayıs 1915. Neden 27 Nisan değil, neden 27 Haziran değil?
Osmanlı tarihinin o son dönemlerinin akışını değiştiren olay Müttefiklerin Çanakkale saldırısıdır. Harekât Şubat’ta başladı, 18 Mart’ta büyük deniz taarruzu oldu. Türkiye’de Zafer Günü olarak kutlanıyor ama aslında zafer günü o tarih değil. Neyse… 3 Müttefik gemisi mayına çarptı ve battı. Kara harekâtı başlatıldı. Müttefikler karaya çıktığında vaziyet sıkıntılıydı. Almanlar şöyle bir öngörüde bulunmuştu; birkaç hafta veya ay çarpışırız ama sonunda İstanbul düşer.
Bu arada, savaşla ilgili çok önemli bir ayrıntı: Her şeye Berlin’de karar veriliyordu. İstanbul’da değil. Osmanlı ordusu Alman kontrolü altındaydı. Hatta Osmanlı maliyesi bile. Almanlar İttihatçılara şunu söylüyorlar: Eğer Müttefikler Çanakkale Boğazı’ndan geçmeyi başarırsa biz Edirne’ye çekileceğiz, siz de Konya’ya çekileceksiniz.
İstanbul’la Konya arasında Ermeni yerleşimleri var. “Acaba Beşinci Kol olurlar mı?” şüphesi vardı. O dönemde İstanbul Ermenilerine bir şey yapılmadı, çünkü az önce de dediğim gibi devrimci değillerdi.
Bütün bu tehciri İstanbul hükümeti mi planladı? Bunu bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz. Osmanlı belgelerinde Talat Bey, yani daha paşa olmadan önce, Tehcir bölgesindeki tüm valilere talimat gönderiyor, yerinden edilen Ermenilerin mal-mülkünün listesinin tutulması için. Çünkü savaş bittikten sonra o mallar sahiplerine geri verilecek.
Sizce Osmanlı hükümeti o malları sahiplerine geri vermek konusunda samimi miydi?Bilemeyiz. Talat ve Osmanlı hükümeti akılsız (“foolish”) mıydı yoksa samimi miydi? Benim söyleyeceğim şey; Osmanlı hükümeti zayıf bir hükümetti. Anadolu’daki, tehcir sayesinde haksız zenginlik elde eden eşrafın üzerinde kontrolü yoktu. Hükümetin bu insanları durduracak gücü yoktu.
Türkiye’nin halen çok zengin aileleri arasında yer alan kimi ailelere baktığınız zaman, yani herhangi bir isim vermeyeceğim yoksa bana dava açabilirler… O dönemde insanlar Ermenilerin mal, mülk ve arazilerine el koyarak zenginleştiler. Benzer şeyler ABD’de de oldu. Japonlar toplama kamplarına kapatıldıkları zaman oldu böyle şeyler. Ama Amerikalılar sofistike insanlardır, bununla ilgili bir Hollywood filmi bile yaptılar. Spencer Tracy oynar. Seyrettiniz mi?

Hayır.
Neyse, ABD’liler bu yaptıklarını ikrar ettiler.

Bunlar bana şunu hatırlatıyor; Marx Kapital’in birinci cildinde ayrıntılı bir şekilde anlatır burjuvazinin kapitalistleşme sürecinde gerçekleştirdiği ‘sermaye birikimi’ni. Batılı emperyalist güçlerin sömürgelerinin zenginliklerini nasıl talan ettiklerini ve kapitalizm için gereken sermaye birikimini böylece nasıl sağladıklarını anlatır. Çağdaş Türk kapitalizminin oluşumunda da buna benzer bir zora dayalı sermaye birikiminin olması şaşırtıcı değil. Bakın… Ruslar da, daha bu Ermeni meselesinden çok çok önce, geniş topraklardan, bugünkü Ukrayna topraklarından milyonlarca Yahudi’yi sürdüler… Propaganda 1. Dünya Savaşı’nda çok önem kazanmış bir kavramdır. Almanlar söz gelimi, Ruslara karşı Ukrayna ve Gürcistan’daki milliyetçi eğilimleri desteklediler.
Almanlar aynı şekilde Rusya Ermenistanı’nda karışıklık çıkarmak için Ermeni milliyetçilerinden yararlanmak istediler. Ama Çarlık sınırları içindeki Ermeniler Rusya’ya zaten son derece entegre olmuşlardı. Rus ordusunda Ermeni generaller vardı vesaire.
Ermeni devrimcileri aslında Rusya’ya da şüpheyle bakıyorlardı. Ama en nihayetinde bir hesap yaptılar. Türkler savaşı Almanların kazanmasını umdu, Ermenilerse Müttefiklerin.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın da merkezden planlanan katliamlarda rolü olduğuna dair görüşler var. Siz ne diyorsunuz?
Bilmiyorum, ama zannetmiyorum. Tehcirden önce cezaevlerinden suçluların salıverildiği ve silahlandırıldığıyla ilgili iddialar var ama bununla ilgili bir kanıt görmedim, misyonerlerin ve yabancı konsolosların hatıraları hariç. Gördüğünüz gibi ben hatıralara son derece şüpheyle yaklaşan biriyim.
Almanlara dönelim… Almanlar savaşın müzakereye dayalı bir anlaşmayla sona ermesini umuyordu, ama böylesi bir anlaşma durumunda bile Müttefikler onları Ermenilerin katledilmesinden sorumlu tutacaklardı. Müttefikler bunu ilan etmişti. İstanbul’daki Alman Büyükelçisi konsoloslarına talimat vermişti, Anadolu’daki katliamlardan sorumlu olmadığımızı ve hatta bunları durdurmaya çalıştığımızı gösteren bilgiler yollayın bana diye. Böylece belgeli kanıtlar elde etmeye çalıştı, kendisinden hesap sorulursa “bakın biz bu insanları durdurmaya çalıştık” diyebilmek için.
Ama bunlar gerçek dışıydı. Çünkü Almanlar Osmanlı ordusunu kontrol ediyordu. Donanmayı kontrol ediyordu. Her Osmanlı ordusunun bir Alman kurmay başkanı vardı. Enver Paşa’nın altında da bir Alman Genelkurmay Başkanı vardı, Bronsart von Schellendorf.
Yani Ermenilerin tehciri bir Alman planı mıydı?
Muhtemelen. Bununla ilgili elimizde belgeli bir kanıt yok ama muhtemelen öyleydi. Ama söz gelimi 1916 dolaylarında Rumların Ayvalık’tan sürülmesiyle ilgili elimizde belgeli kanıt var. Yunan Kralı aslen Almandı, ve Alman Kayzeri’nin akrabasıydı. Kayzer’e şöyle bir mektup göndermiştir: Liman von Sanders Rumları Ayvalık ve çevresinden sürerek ne yapmaya çalışıyor? Kayzer cevap verir; Rumlar ikiyüzlüler, bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Bu, Londra King’s College’da 1985’te Yunanlı bir öğrenci tarafından yazılmış bir tezde (muhtemelen doktora tezi – B.C.) belgelenmiştir. Tez daha sonra kitap olarak yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder