24 Eylül 2011 Cumartesi

Postmodern bir ödüllendirme

Not: Bu yazıyı aslında 3 gün önce yazdım ama anca şimdi yayımlanıyor. Evvela Radikal 2'ye gönderdim, yayımlamayacağız dediler. Akabinde Bianet'e gönderdim, önce Biamag'da yayımlanacak dendi, ancak sonra nedense siteye konmadı. Bana bir açıklama da yapılmadı.
Ben bir yorumda bulunmak yerine değerlendirmeyi okurlara bırakmak istiyorum.  

---

Burak Cop

Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün üçüncüsü; Dışişleri’nin AİHM’e gönderdiği savunmada Dink’in bir neo-Nazi liderine benzetilmesini haberleştirmeyen, başta suikast sırasında İstihbarat Daire Başkanı olan Ramazan Akyürek olmak üzere olayda en hafif deyişle “ihmal”i bulunan Emniyet yetkililerinin üzerine gitmeyen, keza Trabzon’daki faşist hücredeki şahısların BBP bağlantısının da üzerine gitmeyen, dahası bu partinin liderini neredeyse bir tür demokrasi şehidi ilan eden gazetenin genel yayın yönetmenine verildi.
Postmodernizmin İngilizce Wikipedia’daki tanımından dilimler: ‘Nesnel gerçekliğin’ sorunsallaştırılması; pek çok görünen gerçekliğin esasında sosyal olarak inşa edildiği inancı; gerçekliğin yer ve zamana göre değişkenlik gösterebileceği görüşü; erkek-kadın, zenci-beyaz, emperyal-kolonyal gibi net sınıflandırmaların reddi; gerçekliklerin çoğul ve nispi olduğu ve ilgili tarafların kimler olduğuna, çıkarlarının neler olduğuna göre değişebileceği inancı…
Her şeyin muğlâklaştığı, nispileştiği, kısmileştiği, çelişki ve zıtlıkların aslında çelişki ve zıtlık olmadıklarının savunulabildiği yahut yeni çelişki ve zıtlıkların yaratılabildiği, tarihin yeniden yazılıp yeni bir gerçekliğin üretilebildiği bir düzlemde Ahmet Altan’a da pekâlâ Hrant Dink Ödülü verilebilir. Aynı şekilde, Nedim Şener diye bir insan yokmuş gibi de yapılabilir. Suçluyu masum, kahramanı suçlu yapabilirsiniz. Solu tutucu, sağı devrimci yapabilirsiniz. Aslan ceylanı yemez, ceylan aslana zorla kendini yedirir diyebilirsiniz. Artık işçi sınıfı da yoktur, emperyalizm de yoktur diyebilirsiniz. Bu âlemde çantacı gazeteciler, polis yazarlar memlekete demokrasiyi getirenlerdir. Başbakan iyidir ama yer yer çevresi kötüleşiverir.
Ve elbette, Hrant Dink suikastının üzerine gittiği için, onu derinlemesine araştırdığı için şu anda cezaevinde olan Nedim Şener’den, ödül töreninde gösterilen ve Türkiye’den toplam 8 kişi ve kuruluşun selamlandığı videoda bile bahsedilmez. Şener “ilk sekize” mi kalamamıştır yoksa sorun aslında rakamda değil midir? “İlk sekize” kalamayanlar arasında bakın başka kimler vardır: Gazetecilere Özgürlük Platformu, Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları (ANGA) ve faili meçhullere kurban gidenlerin ailelerini bir araya getiren, Dink ailesinin de mensubu olduğu Toplumsal Bellek Platformu…
Postmodern düzlemde her şey mümkün. Bir yanda Nedim Şener vardır. Dink suikastıyla ilgili ikinci kitabında “Dink cinayeti ile Ergenekon davasının ve Kafes davasının neden birleştirilmediği, olayların beraber soruşturulmadığı en fazla kafamı kurcalayan konu” diye yazar. Gene aynı kitapta “neden Hrant Dink cinayeti Ergenekon iddianamesinde yok?” diye sorar. Tutuklanmadan 1 ay önce Posta’daki köşesinde “Ergenekon davaları önemli bir fırsat” deyip ekler: “Çünkü birinci Ergenekon iddianamesinde, var olduğu iddia edilen örgütün işlemiş olabileceği altı suç arasında, Rahip Santaro ve Hrant Dink cinayeti ile Malatya Zirve Yayınevi katliamı yer alır”.
Diğer yanda ise kimi polis şefleri vardır. Şener, tutuklanmasına 2 hafta kala köşesinde onlardan şöyle bahseder: “Hrant Dink cinayetinde ihmali ve sorumluluğu bulunanların, Ergenekon soruşturmasını yürüten polisler olduğu anlaşıldığından beri bana yapılan uyarıların ardı arkası kesilmiyor. Şimdi ‘Sıra sende. Soner’e söylüyorduk, bak, oldu. Bavulun hazır mı?’ diyorlar”… Şener’in suikastla ilgili ilk kitabında kusurlarını ve delil karartmalarını gözler önüne serdiği Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer, geçen Mart ayında Şener’in gözaltına alındığı Oda TV operasyonunu yürüten kişidir aynı zamanda!
Hâl böyleyken, tüm bu gerçeklere sırtını dönen, dahası Cemaat’in yayın organı Zaman’la yan yana konduğunda 4 yıldır kritik meselelerde büyük oranda aynı doğrultuda yayın yapmış olduğu görülebilen bir gazetenin başındaki isme Hrant Dink Ödülü veriliyor (Cemaat’in Emniyet’te kritik konumlardaki gücü ve örgütlülüğü üzerine emare ve iddiaların burdan köye yol olduğunu da hatırlatalım). Suikasta göz yumanları ısrarla ve bol kanıtla işaret eden Şener, Dink’in adını taşıyan vakıf tarafından (hadi vakfın koyduğu ödülün kime verileceğine karar veren jüri tarafından diyelim bari) ısrarla görmezden geliniyor. Dink’in kurduğu gazetenin Dink’ten sonraki genel yayın yönetmeni, Cemaat’in, polis bültenine dönmüş gazetesinde yazıyor. Beyler pardon ama suçluları doğru yerde aradığınızdan emin misiniz? Dost bildiklerinizin dost olduğundan emin misiniz?
Tüm bu toz duman arasında, genel olarak liberal diye adlandırılan (aslında liberal adlandırması bile “fazla” belki onlara) bir çevrenin, sevgili Başar Başaran’ın deyişiyle, “etrafında insanların kenetlendiği Hrant Dink ismini mülkiyetlerine geçirmek istediklerini” görüyoruz. Katledildiği güne kadar sosyalist BirGün gazetesinde köşe yazarlığı yapan Hrant Dink’in adını taşıyan ödülü Ahmet Altan’a verme cüretkârlığını gösterenler (Rakel anneyi tabii ki dışarıda bırakıyorum), gene Başar’ın deyişiyle, “ödül kürsüsünü fethettikleri bir kalenin burcuna çevirmiş, bayrağı dikmişlerdir”. Postmodernliğin hakikati alt üst etmesi böyle bir şey olsa gerekir. Hâlbuki “Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu” diyen candan adamın Türkiyeliliği ve Anadoluluğu, emperyalizmin savunucusu ve hatta işbirlikçisi Ahmet Altan’ın hesaplı donukluğuyla ne denli örtüşebilir ki?
Peki Hrant imgesini “liberal anlatı”ya tamamen kaptırmak üzere olan solun hiç mi kusuru yok? İmgeyi geçelim, Hrant canlıyken bile kusuru vardı. Ertuğrul Kürkçü’nün bir röportajda belirttiği gibi; “Hrant Dink’in solculuğu (…) Ermeni halkının sorunlarının Türkiye’deki diğer ezilenlerin meseleleriyle birleşebileceği yeni bir denklem kurdu (…) Hâlbuki Hrant sosyalist soldan ÖDP dışında çok büyük bir teveccüh görmedi. Hrant’ı el üstünde tutanlar ise ÖDP’lilerden çok liberaller oldu ve Hrant’ın mücadelesini de giderek o sınırlar şekillendirdi”.
Son noktayı da Kürkçü’yle koyalım. Ertuğrul Kürkçü, Mayıs 2007’deki bir konuşmasında “(Ulusalcılardan) Deniz Gezmiş’i de geri alacağız, Ruhi Su’yu da geri alacağız, Nazım Hikmet’i de geri alacağız” diyordu. Aradan geçen 4 yılda bu kahramanlarımızı ulusalcılardan geri alabildik mi bilmiyorum ama Hrant’ı liberallere tamamen kaptırmak üzereyiz Ertuğrul Ağabey.
     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder