8 Aralık 2010 Çarşamba

Güncel Sol yazıları

Sitemiz Guncelsol.com'u yakında kapatacağız. Miyadını doldurdu. 2007 Sonbaharı'ndan bugüne hem Türkiye'de hem de sol siyasette çok şeyler değişti. Güncel Sol hareketimizi de istediğimiz yere taşıyamadık, zaman içinde hareketimiz söndü.

Sitemizdeki 'yazılar' bölümünde yer alan, benim yazdığım kimi metinler var. Site kapanınca bunlar da gidecek tabii. Buraya alıyorum.
~~~

AKP'ye karşı eşitlikçi-özgürlükçü bir hat gerek 

Türkiye’nin emek ve demokrasi güçleri, 22 Temmuz 2007’nin ardından geleneksel devlet iktidarına başarıyla eklemlenen AKP’nin yerel seçimler sonucunda liberal-muhafazakâr hegemonyasını iyice güçlendirmesi tehlikesiyle karşı karşıya. “Doğal” destek tabanını muhafaza edip genişleten AKP, Kürtler ve Aleviler gibi, “doğal” destekçisi olmayan toplum kesimlerine de başarıyla kanca atmış durumda. Entellektüel planda liberal yazarlardan, iktisadi planda sermaye sınıfından, toplumsal planda da Anadolu’yu sarmalamış cemaat örgütlenmelerinden aldığı güçle politik hegemonyasını canlı tutan AKP; Diyarbakır, İzmir, Tunceli ve daha pek çok “kale”yi düşürme peşinde.
Ekonomide kökten piyasacı, toplumsal yaşamda sadakacı ve “rızkınıza razı olunuz”cu, aynı zamanda muhafazakâr ve örtülü otoriter AKP’den halkımıza elbette yarar gelmez. Pek çok seçmenin “hizmet” odaklı hesaplamalarla AKP’ye yerel seçimlerde oy verme durumunda kalacak olması, seçmenin suçu değildir. Halkta “kötünün iyisi” kabilinden AKP’ye mahkûm olunduğu algısını doğuranlar, daha çok eşitlik ve daha çok özgürlük vaat eden bir politik alternatifi yaratamayanlardır. Daha doğrusu, yaratmayanlardır.
Yerel seçim sonrası özgürlükçü ve eşitlikçi bir politik hattın örülmesine katkıda bulunacak oy, örgütlenme ve moral birikiminin sağlanabilmesi için, vatandaş Burak olarak 29 Mart seçimlerinde aşağıdaki adayları destekliyorum:
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için, solun ortak adayı olması ve sosyalist kimliğinden ötürü, Akın Birdal’ı (http://www.akinbirdal.com/v3/) destekliyorum. Bununla beraber, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi halinde, 1994’ten beri İstanbul’da kesintisiz devam eden İslamcı (ya da muhafazakâr) belediyecilik döneminde yapılmış yolsuzluk ve suistimallerin açığa çıkması ve Boğaz’a 3. köprü saçmalığının son bulması gibi sınırlı olumlulukların belki yaşanabileceğini düşünüyorum. Ancak oyum Akın Birdal’adır.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için, Melih Gökçek’ten kurtulmanın kesbettiği aciliyet ve Murat Karayalçın’ın samimi bir sosyal demokrat olmasından ötürü, Karayalçın’ı destekliyorum. Karayalçın’ın birikimini ve projelerini de önemsiyorum.
İzmir’de ve Bursa’da solun ortak adayları Arif Ali Cangı (http://www.turnusol.biz/public/makale.aspx?id=3843&pid=16&makale=Neden%20adayım?) ve İkbal Polat’ı (http://www.ikbalpolat.com/) destekliyorum.
İstanbul Beşiktaş’ı emekçilerin elinden alarak bir rant merkezi hâline getiren, Halk Pazarı’nı ve bir büyük marketi yıktırarak Beşiktaş merkezdeki tek büyük market olarak belediyenin kiracısı olan işletmeyi bırakan, Balık Pazarı’nı sözüm ona modernleştirirken ortaya çirkin bir yapı çıkaran ve belediyenin bütün imkânlarını partisinin propagandası için kullanan CHP’li İsmail Ünal’a karşı, solun ortak adayı Erdal Karayazgan’ı (http://www.erdalkarayazgan.blogspot.com/) destekliyorum.
İstanbul Kadıköy’ün emekçi düşmanı Belediye Başkanı (bkz: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=20891), CHP’li Selami Öztürk’e karşı solun ortak adayı, ekolojist Nursel Şengür’ü (http://www.nurselsengur.com/) destekliyorum.
İstanbul Beyoğlu’nda bağımsız feminist aday Saime Ülfet Taylı Taş’ı (http://www.feministaday.com/) destekliyorum.
Ayrıca, başta İstanbul Şişli bağımsız belediye meclis üyesi adayı Sabri Ender Eren olmak üzere, tüm bağımsız Yeşil adayları (http://www.bagimsizyesiladaylar.com/) destekliyorum.
Bağımsız ortak adaya giden oy çöpe giden oy değildir. Yeni sol seçenek bağımsız adayların alacakları oyların birikimi ile şekillenecek veya şekillenemeyecek… Bence denemeye değer. Geleceğimizi ancak bugünden kurmaya başlayabiliriz.

Burak Cop
14 Mart 2009

-o-

1 Mayıs: İşçinin (?) bayramı (?)

“1 Mayıs işçi bayramı İmalat-ı Harbiye ve Demiryolu işçilerinin düzenlediği bir törenle, bütün dünyada olduğu gibi Ankara’da da kutlandı. Silah Tamirhanesi’nin kapısı zafer takı gibi süslenmişti. Törene işçilerin yanı sıra bazı milletvekilleri ile Rus elçiliğinden gelen görevliler de katıldı… İstanbul’daki sosyalist derneklere, basına, İşçi Birliği’ne telgraf çekilerek Ankara işçilerinin selamları gönderildi”.

Bu satırlar Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler kitabından. Çok emek verilmiş, hacimli bir çalışma. Ama ifade etmek zorundayım ki, okuduğumda bende “yazılmasa da olurmuş” kanaati uyandırmıştı. Bunun sebeplerine bu yazıda girmeyeceğim, çünkü bu apayrı ele alınması gereken, tumturaklı bir konu. Ama kitabın tarafgirliğine örneklerden bir örnek olması açısından küçük bir ipucu verebilirim. Yazar 1922 1 Mayısı’nı böylesine ballandırarak anlatırken, çok değil, yalnızca 1-2 yıl sonra olacakları bilenlerin gözleri en azından bir dipnot arıyor beyhude… “1 Mayıs 1924’te törenler yasaklandı. Çelikkol gazetesi toplatıldı, Aydınlık gazetesi ise basıldı. 1925’te 1 Mayıs’la ilgili bildiri yayınlayan Türkiye İşçi ve Sosyalist Fırkası ileri gelenleri tutuklanarak Ankara’ya gönderildi ve ağır hapis cezalarına mahkûm oldu. Şeyh Sait isyanı gerekçesiyle çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak hükümet, solcular dâhil, bütün muhalefeti ezdi, yasakladı” gibi bir dipnot iyi giderdi mesela.

Türkiye’de İşçi Bayramı’nın kutlanması 1925’ten 1967’ye kadar yasaktı. Kuruluşunda sol aydınlarla temas hâlinde olan, vaatleri arasında grev hakkı bulunan, hatta Mehmet Ali Aybar’ın 1950 seçimlerinde listesinden bağımsız aday olduğu DP, CHP’nin otoriter ve anti-komünist siyasi çizgisini aynen devam ettirmişti. İktidar egemen zümrenin bir fraksiyonundan diğerine geçmiş, ama sol için hiçbir şey değişmemişti. İktidarın bu iki zümre arasında yeniden el değiştirdiği 27 Mayıs dönemi ise Türkiye’de sol akımlar ve sol aydınlar için teneffüs imkânı sağlamıştı. Ama gene de 1 Mayıs’ın “alanda”, kitlesel kutlanması ilkin 1976’da mümkün olabilecekti. Ve bu ilk aynı zamanda bir son olacaktı. Ertesi yıl kana boyanan Taksim, hayret verici bir şey ama, 2008’de emekçi bayramını kutlamak isteyenlere hâlâ kapalı.

Türkiye’de cumhuriyetin kurulduğu yıldan beri olup bitenler, sağcısıyla kemalistiyle “Devlet” erkinin uluslararası işçi bayramına reva gördüğü muameleyi, bir “devamlılık” ve “yeniden-üretim” silsilesinde çok net ortaya koyuyor. Bunlar Türkiye’de solun Devlet’ten yana ne kadar dezavantajlı olduğunu ortaya koyuyor. Yani zaten doğal olarak varolan bir dezavantaj, Türkiye şartlarında daha da katlanılmaz hâle geliyor. Bunun sonucu olarak da 1 Mayıs günü mesela İngiltere’de tatilken, Türkiye’de tatil olamıyor.

Türkiye’de sol açısından ikinci bir handikap ise toplumun geçirdiği evrim sürecinin sola bereketli toprak sağlama açısından yetersiz kalması. Sanayileşmeyi ıskalamış ve yaygın kanının aksine 1950’lere kadar sanayileşme adına ciddi bir hamle yapmamış, toplumu köylü ağırlıklı, ve en aydınlanmacı döneminde ortaya koyduğu Köy Enstitüleri projesiyle en nihayetinde köylüyü köye hapsetmeyi planlamış bu rejimde kuşkusuz toplumsal talepler ileri sürebilecek durumdaki bir emekçi sınıfının belirmesi çok zaman aldı. Türkiye işçi sınıfı, bir sınıf olarak rüştünü ancak 15-16 Haziran 1970’de ispatlayabildi. Bu “geriden gelme” durumu, sol düşünce ve siyaset ile sınıfsal mücadelenin Birinci Dünya Savaşı bittiğinden beri Avrupa’daki en geri seviyesinde bulunduğu günümüzde (Latin Amerika’yı saymıyorum, orası bize her açıdan ırak), muhabir olarak izlediğim için yakından biliyorum; mesela 1 Mayıs 2006’nın koskoca İstanbul’da Kadıköy meydanında yalnızca 25 bin kişiyle kutlanması sonucunu doğuruyor. O 25 bin kişinin de ancak yarısı sendika kortejlerinde yer alan emekçilerdi. Ya da daha güncel bir örnek; bizlerin olmasa da çocuklarımızın geleceğini ilgilendiren yeni sosyal güvenlik yasasına karşı geçen 6 Nisan’da düzenlenen mitinge, basına göre (hoş, haberi okuduğum Sabah gazetesi iktidar yanlısı olduğu için rakam tenzilatlıdır belki) 15 bin kişi katılmış. Hâl böyle olunca da anlambilimsel açıdan “mükemmel” bir burjuva partisi olan AKP yeni yasayı rahat rahat meclisten geçirme gücünü, partinin lideri de 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyenlere ayaktakımı deme cesaretini kendinde bulabiliyor.

Gelelim üçüncü ve son handikapa. Bianet’te okudum, 20 yaşındaki üniversite öğrencisi Nihâl’e sormuşlar 1 Mayıs’a katılır mısın diye. Cevabı: "Ben bugüne kadar hiç katılmadım. Bu yıl da katılamam. Ben istesem bile ailem mani olur. Bir olay çıkarsa, şiddet yaşarsam korkusundan".

Türkiye’nin yakın tarihinde olup bitenler göz önünde bulundurulunca, siyasal eylem, örgütlülük, miting gibi kavramlar bu memleketin orta sınıf “makul” insanlarında refleks kabilinden bir endişeye yol açıyor. Anlaşılabilir bir durum elbette, maalesef. Ve siyaseten git gide marjinalleşen, kitlesellikten son derece uzak, politikliğin ötesine geçmiş, gereğinden fazla ideolojik grupların yapıp ettikleri… Yukarıda 2 yıl önceki 1 Mayıs’tan söz etmiştim, gene aynı örneğe döneyim: Meydana kurulmuş kürsüde sendika yöneticileri kitleye hitap ediyordu ve önlerde yer alan, çoğu da illegal örgütlerden göstericiler, konuşmacıları yuhalayıp ellerindeki nesneleri fırlatıyorlardı. Kürsüye faşistlerce öldürülmüş işçi önderi Kemal Türkler’in eşi Sabahat Türkler geldi, konuşma metnini okumaya başladı. Ama yuhalamalar kesilmedi. Utanç verici sahnelerdi… Şimdi 20 yaşındaki Nihâl’in orada bulunduğunu düşünün. Bence bir sonraki 1 Mayıs’a ailesi izin verse bile katılmaz.

Son bir örneği de geçen Kasım’da Ankara’da tertiplenen ve ana temasını demokratik bir anayasa talebinin oluşturduğu, KESK ve TMMOB gibi kuruluşların öncülüğündeki mitingden vereyim. Konu demokratik anayasa, ama Mao resimli bayraklarla yürüyenleri mi istersiniz, “Kürdistan dağlarında aman da ne güzel isyan olur” tarzı şarkılar eşliğinde halay çekenleri mi… (Üstelik bunu yapanlar bir Kürt örgütlenmesinden de değil ha, Sosyalist Demokrasi Partisi adlı partinin üyeleri). Ben bile, ki siyasi görüşüm bu yazıdan üç aşağı beş yukarı anlaşılıyordur umarım, son derece yabancılaşmış hissetmiştim kendimi o ortamda.

İşte tüm bu handikaplar yüzündendir memleketimde 1 Mayıs’ın hâlâ resmi tatil olmaması, emekçiye bayram değil eza olması, o meydanlarda asıl bulunması gerekenlerin o gün çok farklı yerlerde bulunacak olması. Uluslararası birlik mücadele dayanışma gününüz yine de kutlu olsun!

Burak Cop

30 Nisan 2008
-o-

İkisi aynı şey mi?

Geleneksel devlet iktidarıyla AKP iktidarının birbirlerine sokak tabiriyle “kafa göz girmesi”ni BirGün gazetesi “yiyin birbirinizi” yaklaşımıyla değerlendiriyor. Yazarlardan sevgili Melih Pekdemir’in, söz konusu ihtilafı, taraflarını İttihatçı Ergenekon’la İtilafçı AKP’nin oluşturduğu bir mücadele olarak etraflıca değerlendiren yazıları da “yiyin birbirinizi” yaklaşımının bir nevi detaylandırılmış ve gerekçelendirilmiş hâli.
Olayların bu noktaya gelmesi bir açıdan şaşırtıcı bulunabilir. Başbakan’la Genelkurmay 2. Başkanı’nın Kasım başında ABD’ye gidişinin ardından, nelerin konuşulduğunu hâlâ kimsenin bilmediği Dolmabahçe Mutabakatı’yla başlayan muhabbet bayağı ileri bir noktaya taşınmıştı. Böylece Genelkurmay’ın kamuoyu önünde gerekliliğini açıkça savunduğu fakat AKP’nin ayak sürüdüğü (veya sürür göründüğü) Kürdistan Bölgesel Hükümeti topraklarına harekât gerçekleşmiş, AKP’nin (geleneksel devlet iktidarının CHP’den sonraki, ikincil temsilcisi MHP’nin gözlemciliği altında) yaptığı türban düzenlemesine ise yalnızca “bu konuda görüşlerimiz bellidir” kabilinden bir tepki verilmişti. Basitçe, “ses çıkarılmamıştı”. AKP yaklaşan yerel seçimler öncesi Güneydoğu’da DTP’nin ayağının altındaki halıyı çekmeye başlamış, DTP de AKP’ye karşı adeta kemalistçe bir “gerici bunlar” muhalefetine girişmiş, bununla beraber, paradoksal ama anlamlı bir şekilde mitinglerinde kürsülere imamlar çıkarmayı da ihmal etmemişti. DTP’nin kan kaybetmesi muhtemelen “birilerinin” hoşuna gidecek bir şeydi “irtica” ve “bölücülük” eşit düzeyde tehlikeli addedilmesine rağmen, kaldı ki AKP samimi anlaşma/uzlaşmalara gidilebilen “ılımlı” bir irtica partisiydi ve en nihayetinde bir Türk partisiydi… Ocak başında ise Ergenekoncuların en “pespaye” temsilcileri olması muhtemel kişiler, Hrant’ı ölüme götüren süreçte bizleri çıldırtan/tiksindiren söz ve eylemleriyle ön planda olanlar polis tarafından toplandı. Hepimiz memnun olduk bu son gelişmeyle. Büyük resme bakıldığında ise, Kasım başından beri bir tür uzlaşmanın çıktıları olan; “ben sana bunu vereyim, sen de karşılığında şunu feda et” tarzı bir al-ver sürecinin işlediği görülmekteydi. Bu tabii solcular açısından pek fena bir durumdu zira adeta, Ertuğrul Kürkçü’nin değerlendirmesiyle, Türkiye’de yeniden bir tek-parti iktidarı kurulmuş ve bu sefer “ordunun gücüyle paranın ve dinin gücü halkın tepesinde birleşmişti”. Şahsen Kürkçü’nün değerlendirmesini ben de çok makul bulmuştum.
Gelgelelim Mart ayı bir anda ortalığın kızışmasına sahne oldu. AKP’ye karşı kapatılma davası açıldı. İktidar da sanki bu resti gördü ve Kemal Alemdaroğlu, İlhan Selçuk ve Doğu Perinçek gibi “ağır” isimler gözaltına alındı. Bu son olanlar ‘hukuk’un Türkiye’de nasıl da amacının 180 derece aksine kullanılan bir ‘araç’tan ibaret olduğunu da trajik biçimde gözler önüne serdi. Tabi arada, yukarıda Kürkçü’nün görüşlerine atıfla ifade etmeye çalıştığım paradigma da bir anda çöküverdi. Bugün bir darbe olasılığı git gide daha çok ima ediliyor. Bu tür işler (hâliyle) kimsenin fikri alınmadan, gizli kapaklı planlandığı için darbenin ne ölçüde sahici bir olasılık olduğunu bilemeyiz, ama pek çok siyasetçinin “rejim krizine gidiliyor” ve pek çok yazarın “bu gidişin sonu kötü” uyarıları bile böyle bir ihtimalin en azından zihinlerde yer etmeye başladığını gösteriyor. Peki ama ne oldu o “uzlaşma”ya? 
Ben en iyisi “yiyin birbirinizi” yaklaşımına döneyim… AKP kelimenin tam anlamıyla bir sermaye partisidir, anlambilimsel açıdan mükemmel bir burjuva partisidir. Bir yandan sosyal devleti iğdiş etmek isterken, diğer yandan dinî içerikli bir hayırseverlik ile fakir halkı sadakaya alıştırmaktadır. 2005’ten beri demokratikleşme adına hiçbir şey yapmamıştır. Muhafazakârdır, ki toplumun muhafazakârlaşması sol açısından tercih edilecek son şeylerden biridir. Ayrıca içinde gayet kuvvetli bir otoriter ve milliyetçi damar da yabana atılamayacak derecede mevcuttur.
Keza Deniz Baykal’ın, AKP’nin Emniyet’te “Fethullahçı” bir kadrolaşma üzerinden kendi derin devletini yaratmaya çalıştığı iddiasını da önemsiyorum, iki sebepten ötürü: Birincisi, geleneksel bir ‘derin devlet’in varlığının, geleneksel devlet otoritesinin bir numaralı siyasi temsilcisi tarafından zımnen kabul edilmesinden dolayı. İkinci olarak da, yükselen riskin, “yeni tehdit”in gayet güzel tanımlanmasından ötürü… Ama gene de unutmayalım ki bu bir risktir, bir tehdittir en nihayetinde. Ergenekon gibi canlar almış, kanlar dökmüş bir ‘olgu’ değildir. Kudreti ve sınırlarının ne olacağı da belli değildir, vücut bulacak ise şayet…
Şurası açık ki Veli Küçük ve şürekâsı tutuklandığında haklı olarak sevinip Ergenekon soruşturması ilerleyince “yiyin birbirinizi” demek tutarlı bir tutum değildir. AKP, bir ihtimal, kendine yöneltilen kapatılma tehdidine karşı hukuku istismar edip Ergenekon’la alâkası olmayan muhaliflerini sindirmeye çalışıyor olabilir. Ama Türkiye’de artık tasfiye edilmesi gereken bir Ergenekon’un varlığı da aşikârdır. AKP sınıfsal olarak solun “düşmanıdır”, sermaye partisidir, bunu başta da belirttim. Ama yargı tarafından değil, sandıkta yok edilmelidir. Bu bağlamda Melih Pekdemir’in “(devrimcilerin) şimdi de demokrasiyi savunmak için ‘AKP kapatılmasın!’ diye slogan atacak halleri yok” satırlarını son derece talihsiz buluyorum.
AKP’nin en nihayetinde ne olduğu, arz ettiği tehlikeler bellidir. Legal bir partidir eninde sonunda… Dış politikada Amerikancıdır, içeride kendi burjuvazisinin çıkarlarını temsil ederken aynı zamanda İstanbul burjuvazisinin de çıkarlarını gözetir, muhafazakârdır, zoru görünce demokratikleşme adımlarını askıya almıştır. Esasen demokrat da değildir, baskıcı polis yasası onun eseridir, lideri karikatüristlere dava açar, TCK 301. maddeye dokunmaz, yalnızca kendine özgürlükçüdür (bkz. son türban düzenlemesi), vs…
Peki ya Derin Devlet? Ne zaman ne yapacağı, kimi içtenlikle veya provokasyon olsun diye öldüreceği belli mi? Soğuk Savaş bitince diğer NATO ülkelerinde tasfiye edilmiş, burada hâlâ aktif. Barışa, demokrasiye ve özgürlüklere kastetmiş bir zombi adeta. Ve tekrar ediyorum, yarın hangi provokasyonu, hangi suikastı tertipleyeceği belli değil. AKP’yle Ergenekon bir tutulur mu?  
 
Burak Cop
25 Mart 2008

-o-

Bilerek mi yapıyorsunuz?

AKP hakkında kapatma davası açtınız. Amacınız AKP’yi kitlelerin gözünde sempatik kılmak, yerel seçimlere 1 yıl kalmışken oy oranının yüzde 47’nin altına inmemesi (hatta bunun üzerine çıkması) için akıllara ziyan bir planı uygulamaya koymak herhalde. Ya da sahiden ne yaptığınızın farkında değilsiniz.
Bu memlekette herşey mümkün. Yukarıda değindiğim ikinci olasılık kimse için şaşırtıcı olmaz sanırım, ama ne kadar şok edici ve inanılmaz olursa olsun, birinci seçeneğin de söz konusu olabileceğinden şüpheleniyorum. Çünkü “bu memleketin asıl sahipleri” AKP’yle anlaşmış gibiydi değerli okurlar. Sevişmeseler de, geleneksel devlet iktidarıyla, yükselen Anadolu burjuvazisinin ve muhafazakâr milyonların temsilcisi olan siyasi iktidar samimi bir anlaşmaya/uzlaşmaya varmış gibiydi. Bu tabii çok tatsız bir şeydi zira Ertuğrul Kürkçü’nün ifadesiyle “ordunun gücüyle paranın ve dinin gücü halkın tepesinde birleşmişti”. İnternet muhtırasının ardından, içeriğinin büyük bir başarıyla sır gibi saklandığı Dolmabahçe mutabakatına varıldı. AKP 22 Temmuz maçını geleneksel devlet iktidarının bir numaralı siyasi öznesi CHP karşısında bol gollü bir galibiyetle kazandı, ama Milli Görüş geleneğinden gelen isimler de sessiz sedasız temizlendi. Düşünsenize, Bülent Arınç diye bir siyasi figür vardı 22 Temmuz öncesinde. Sonradan göz önünden yokoluverdi.
ABD eşgüdümünde samimi işbirliği
AKP Çankaya’yı, YÖK’ü, hatta Futbol Federasyonu’nu aldı. Türban konusunda (elbette geleneksel devlet iktidarının ikincil/türev temsilcisi MHP’nin bir nevi gözetimi altında) yasal düzenleme yaptı. Askeriye bunlara pek ses çıkarmadı. Ama karşılığında da Başbakan ve Genelkurmay İkinci Başkanı’nın müşterek Washington ziyaretinin ardından basılan düğmeyle (“ABD eşgüdümü” olarak okuyunuz) gümbür gümbür Irak Kürdistanı’na girdi. Öte yandan AKP, DTP’nin altındaki halıyı çekmeye başladı, yerel seçimler için gözünü Diyarbakır’a dikti. Öyle ki DTP, mitinglerinde kürsüye imam çıkartarak anti-AKP propagandası yapma ihtiyacı hissetti. Kürt sorununda siyasi bir çözüm yolunda da herhangi bir adım atılmayacağı bizzat hükümet sözcüsü tarafından ifade edildi (bkz. Cemil Çiçek: “Teröristleri dağdan indirmek için kimse bizden paket açıklamamızı beklemesin” - http://www.ntvmsnbc.com/news/437881.asp). İçinde milliyetçi bir damar zaten bulunan AKP, daha önce örneğin Mehmet Ali Şahin’in PKK’ya esir düşen askerler için “keşke ölselerdi” demesinde de görüldüğü gibi, bu yüzünü de yer yer gösteriyordu. Mecliste DTP’lilere yoklarmış gibi muamele eden de aynı AKP’ydi. 
“Memleketin asıl sahipleri” belki “irtica” ile “bölücülüğü” aynı derecede tehlikeli görüyor, ama artık geriye dönülmez biçimde politik bir ivme almış “bölücülüğe” karşı sulandırılmış ve dahası samimi uzlaşmalara gidebildiği, kaypak bir “irtica”yı tercih eder gibime geliyor. Hele ki ABD’nin bölgesel planları doğrultusundaki alt-planlarda uyumlu çalışabileceği, kitlesel Kürt partisinin elinden Diyarbakır Belediyesi’ni almaya hazırlanan bir “irtica”. “İnanılmaz ama gerçek” bir şekilde, mantıkdışı savaşperest CHP-MHP’ye karşı aynı safta mantıkiçi bir savaşperestliği savunabileceği bir ortak…
Üç tarz-ı talihsizlik
Peki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın bu kapatma davası da ne oluyor? Ortada yalnızca yeni sosyal güvenlik yasası, kapatılacak belediyelerin halkta uyandırdığı tepki (AKP’den istifa eden belde belediye başkanı bile var) ve dünya ekonomisini bekleyen durgunluğun Türkiye’deki etkileri yüzünden bile yıpranacak olan bir AKP var. Yerel seçimlerde kemalistlerin ve Kürt milliyetçilerinin bazı kalelerini düşürecek dahi olsa, ülke genelinde oyu yüzde 47’nin altına inmesi muhtemel (bir de iktidarın yıpranması hadisesi vardır tabii) bir AKP… Peki bu AKP’ye karşı kim niye dava açar?
Birinci ihtimal; AKP’yi mağdur edip (ki demokrasi açısından gerçekten mağdur edilmiştir bu parti), halkın gözünde sempatik kılmak amacıyla… Maksimum komplo teorisi, ama burası Türkiye.
İkinci ihtimal; askeriyle siviliyle “memleketin asıl sahipleri” anlaşmanın aniden ve tek taraflı bozulmasına karar verdi, köprüyü geçtikten sonra (Kürdistan Bölgesel Hükümeti topraklarına operasyon düzenlendikten sonra yani – “Irak’ın kuzeyine” değil. Hatta “Kuzey Irak”a da değil artık. Karanlıkta ıslık çalma yurdum insanı!) ayıya ayı deme kararı aldı. Cumhurbaşkanlığı’nı, YÖK’ü alan, her yerde kadrolaşan, Alevi ve Kürt oylarına bile göz diken AKP’ye karşı geleneksel devlet iktidarı son kozunu oynuyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yerine kurulacak Kalkınma ve Adalet Partisi’nin 2012’de yüzde 70 oy alması tehlikesi karşısında ise “bir zar attım kadere” yaklaşımındalar. Yahut çapsızlık diz boyu.
Üçüncü ihtimal; Cumhuriyet mitinglerinde de cisimleştiği gibi, ulusalcı cephe gerçekten geniş bir cephe. CHP, Yargı, akademyanın bir kısmı, rektörler, ÇYDD benzeri ulusalcı “sivil toplum” (bu memlekette oluyor) kuruluşları ve Kanaltürk, Cumhuriyet gibi militan medyayı kapsayan geniş bir cephe… Bu renksiz gökkuşağının en pespaye, en faşizan unsurlarının polis tarafından toplanıp götürülmesi de Dolmabahçe mutabakatıyla başlayan “anlaşma” sürecinin bir parçasıydı belki de. Şimdi söz konusu yelpazenin merkez unsuru AKP’yle anlaştı diye bu unsurların tümünün bir anda hizaya gelmesini beklemek de çok anlamlı olmayabilir. Hatta Baykal-Büyükanıt arasındaki sert atışmada da görüldüğü gibi (ikincisinin atışları tabii biraz daha sert oldu, yılların Baykal’ı hainden beter oldu), unsurlar arası bir eşgüdümsüzlük, bir bocalamadan söz etmek dahi mümkün. Velhasıl kelam, merkezkaç etkisiyle, sivil olmayanlar birinci vitese geçtiği hâlde sivillerin cüppe giyenleri beşinci viteste devam etmekte. Bu takdirde duvara fena toslayacaklar.
Öyledir veya böyledir, şudur ya da budur… Bu kapatma davası nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın AKP (veya yerini alacak parti) bu işten kazançlı çıkacak ve bu bence hiç de iyi bir şey değil.  
Burak Cop

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder