Burak
Cop
4 Haziran 2013
Başından
beri bu ayaklanmanın içerisindeyim. Diyelim ki bindik; on bin olduk, yüz bin
olduk, şimdi tüm Türkiye’de milyonlarız.
İki
paralel hayat sürüyoruz. Gündüz işe gidiyoruz, gece Taksim merkezli isyan
bölgesine gidip kâh o barikatta kâh bu barikatta polis şiddetinin karşısına
dikiliyoruz. Özgürlük havasını solumanın ayrıcalığını sökerek aldık, ama
standart yaşantımızdaki manasıyla “vaktimizi” kaybettik. Her gün en az 3 yazı
yazacak kadar gözlem biriktiriyorum. Her gün en az 3 yazı yazacak kadar gelişme
oluyor. Ama buna ne vakit ne de mecal kalıyor.
Sakın
yanlış anlaşılmasın, hiç ama hiç şikâyetçi değilim. İnsan bu istisnai güzellik
hiç bitmesin istiyor.
Umarım
mümkün olur da yaşam tempomuz “normale” döndüğünde (maalesef eninde sonunda
olacak bu) bu tarihi günleri kitaplaştırırım.
Ben
tarafsız değilim, bu yazıyı tarafsız yazamam. Ama paylaşacağım gözlemlerin,
gerçekliği yansıtacağından, hiçbir şeyi eğip bükmeyeceğinden emin
olabilirsiniz. Taraflı ama objektif olmaya gayret edeceğim. Bu yazılanları “içeriden”
birinin isyana dair aktarımları olarak okuyunuz.
Yazıya
Taksim Komünü başlığını atmam romantizmden veya öykünmecilikten değil. Şu anda
Gezi Parkı, Taksim Meydanı, Gümüşsuyu ve büyük oranda İstiklal Caddesi fena
halde 1871 Paris Komünü’nü anımsatıyor. Anımsatıyor sözcüğünün altını
çiziyorum. Ortada bir komün yok. Komüne benziyor demek de abartı olur. Ama
anımsatıyor. Ve böyle devam ederse(k) önce benzeyecek, sonra bizatihi o olacak.
İnönü
Stadı, Divan Oteli ve İstiklal Caddesi’nin orta kesimleri ile sınırlanan
bölgede şu anda devlet yok. Polis hiç yok. Bir devlet düzeninin yokluğu
bağlamında, anarşizan bir ortam var (bu negatif veya pozitif değil, nötr bir
tanımlama). Fakat zannetmeyin ki bu beraberinde güvensizliği getiriyor. Hayır,
hiç de güvensiz bir ortam yok. Yani “normal zamanlarda” geceyarısından sonra
belli saatlerde (sabahın üçü dördü gibi) oralarda yürümek bana daha ürkütücü gelir.
Bu seferse havada tekinsizlik kokusu yok. İster inanın ister inanmayın özgürlük
kokusu var.
Bu
ayaklanma Türkiye tarihindeki kapsam, katılım ve süre bağlamında en büyük halk
ayaklanması. Kendiliğindenliği ve kitlenin kararlılığı bakımından biraz 15-16
Haziran’a benziyor. Özellikle de 31 Mayıs Cuma akşamından ertesi sabaha kadarki
ortam, Şişli’den Gezi’ye kadarki (ve Nişantaşı, Teşvikiye, Beşiktaş’ı da
kapsayan) geniş bölgeyi dolduran halk yığınlarının yarattığı ortam tam bir
15-16 Haziran görünümü teşkil ediyordu.
Bu
ayaklanma görünümü ertesi gün de devam etti. 2 Haziran Pazar’dan itibaren Taksim
merkezli isyan alanı ben diyeyim özgürleştirilmiş bölgeye, başkası desin
kurtarılmış bölgeye dönüştü. Ayaklanma ortamı ise sönümlendi. Onun yerini, tüm
yurttaki sürekli ve süreli gösteriler aldı. Süreli dediğim, sabah-öğle arasında
pek vukuat olmaması, öğle-akşam arasında az vukuat olması, akşamdan itibarense
yığınların sokaklara dökülmesi manasında.
Yaşamakta
olduğumuz halk hareketi bir yanıyla da 68 Baharı’na benziyor. Gençler ön
planda. Başı gençler çekiyor. Ancak çoluk çocuktan bahsetmiyoruz. Bu insanlar
ağırlıklı olarak 20’li ve erken 30’lu yaşlarındalar. Çoğu üniversite mezunu ya
da öğrencisi. Yani kariyerlerinin başındaki beyaz yakalı emekçilerden ve birkaç
yıl sonra beyaz yakalı emekçiler sınıfına/katmanına (hangisini diyeceğimi
bilemedim) katılacak öğrencilerden söz ediyoruz.
İsyanın
esprili dili de buradan kaynaklı. Sosyal medyada yazılanlar, duvar yazıları,
isyancıların hükümet ve destekçileriyle (ve bazen kendileriyle de) tatlı tatlı
dalga geçmesi; hep bundan kaynaklı.
Ama
lütfen yanlış anlaşılmasın, sınıfsal ve siyasal olarak olağanüstü heterojen bir
halk yığını sokaklarda. Yukarıda yazdıklarım, olayların bu noktaya gelmesini
sağlayanlar. Ancak hem “komün” bölgesinde, hem de yurt genelinde yapılan
gösterilerde işsizler, varoşlardan gelenler, vasıfsız ve az vasıflı emekçiler,
küçük burjuvaziden diyebileceklerimiz, hatta hali vakti yerinde olanlar da
fazlasıyla yer alıyor.
Şimdi
hem komünvari, hem de 68vari ortama dair birkaç gözlem daha paylaşacağım. İsyan
bölgesinde şu anda devlet otoritesi yok dedik. Ama kaos da yok. Bölge, kendi
karar alma ve uygulama mekanizmalarını oluşturmaya başlamış halde.
Ortak
komiteler anlamında, yani tartışma, karar alma ve uygulama konusunda henüz
yeterince ete kemiğe bürünmüş bir örgütlenme, yapılanma yok. Ancak şunlar var;
ilk yardım ve ikmal merkezleri oluşmuş durumda. Beyaz önlüklü doktorlar
cepheden cepheye koşuyor (cepheden kasıt, isyan bölgesinin sınırlarını teşkil
eden barikatlar). Çatışma (daha doğrusu gaz yeme) bölgelerine yaklaştıkça ellerinde
anti-asit ve su karışımı solüsyonlarla, gaz yiyip dönenlere müdahale eden
ekipler var.
Bunların
yanı sıra, isyancılar bölgenin temizliğine çok dikkat ediyor. Sürekli eli çöp
poşetli gönüllüler ortalıkta dolaşıyor. Bu, devletçi medyanın “bakın çevre
dediler, ortalığı batırdılar” propagandasına mani olmaktan çok; ortak alana,
kamusal alana sahip çıkma tavrından kaynaklanıyor.
Kızlar çok aktif. Erkeklerden asla ve asla aşağıda kalmayacak bir şekilde, çatışma (gaz yeme) bölgeleri de dâhil olmak üzere, canla başla mücadele ediyorlar. İsyanın ilk günlerinde barikatlar kurulurken, pek çok kişinin Nişantaşı şusu, Cihangir busu diye niteleyeceği tipolojideki genç kadınların ellerindeki hurda vesaireyi barikatlara taşıdığına tanık oldum.
Ortalıkta
zaman zaman acıkanlara kumanya dağıtan insanlar dolaşıyor. Müthiş bir dayanışma
ve ortak iş yapma kültürü gelişmiş durumda. İnsanlar tanımadıkları isyan
yoldaşları için her türlü fedakârlığı yapıyor. Buna evinde yatırmak da dâhil.
Taksim
Meydanı’ndaki özgürlük havasını anlatabilmeme imkân yok. Meydanda daha ziyade
siyasi yapılar var. 24 saat miting alanı gibi. 24 saat konuşmalar, müzik
yayını, halay çekmeler, farklı gruplar arasında arada bir çıkan ama hemen
yatıştırılan gerginlikler… Tam bir daimi miting alanı. On yılların acısını
çıkarıyoruz.
Biraz
abartma riskini de göze alarak diyebilirim ki, eğer bu ortam sürer ve ortak
karar alma ve uygulama pratikleri de gelişirse, Türkiye devrimci hareketinde
Fatsa’dan sonra ikinci bir komün deneyimimiz olacak.
Hükümeti
istifa ettirmeyi başarır mıyız bilmiyorum. Ama bu halk kitlesi artık öyle
ayyaşlar, ahlaksızlar, milletin değerlerine uzak bilmemneler (her ne ise bu
milletin değerleri denen karın ağrısı…), elitler, beyaz Türkler, marjinaller,
çapulcular vs. vs. diye aşağılayarak siyaset sahnesinin dışına itebileceğiniz
bir kitle değildir.
Bu
kitle aynen 15-16 Haziran’daki işçi sınıfı gibi rüştünü ispat etmiştir. Masada
biz de varız, bizi de kaale alacaksınız, bize saygı göstereceksiniz.
Yapmazsanız,
siz kaybedersiniz. Daha doğrusu kaybetmeye devam edersiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder