Burak Cop
16 Haziran 2013
Başlığın
ürkütücü olduğunun elbette farkındayım. Ancak bazı kâbus senaryolarını, korkunç
olasılıkları bertaraf etmenin yolu onlar yokmuş gibi yapmak değildir. Hayatta
(ve siyasette) hiçbir şey yok farz edilerek yok edilemiyor maalesef.
Bu
yazıyı yazmaya başladığım sıralarda Erdoğan’ın Kazlıçeşme mitinginin
hazırlıkları yapılıyor. Yazı yayımlanana kadar ne gibi gelişmeler olur
bilemiyorum. Erdoğan’ın “camilerde içtiler”den “başörtülülere saldırdılar”a
kadar uzanan, dünkü Ankara mitingindeki konuşmasıyla tekrarladığı agresif
söylemini terk etmesi sürpriz olacaktır. Zaten bunu yaparsa da taktik icabı
yapacaktır.
Başbakan’ın
ateşle oynayan bir söylemi var ve ne yazık ki ateşle oynadığının farkında.
Verdiği “mesaj”ların, “komünistler Güneş Ne Zaman Doğacak filmini gösteren
sinemayı bombalamış koşun!” (1978) ya da “Dinsizler Alaattin Camii’ni
bombalamış koşun!” (1980) gibi mesajlardan hiçbir farkı yok.
İnanması
güç ama Erdoğan tüm bunları kişisel iktidarını pekiştirmek ve sürdürmek için
yapıyor. Yarın seçim yapılsa biliyoruz ki AKP sandıktan birinci çıkacak ama
Erdoğan’ın derdi, partilerini başta tutmaya çalışmış Demirel, Ecevit, Erbakan,
Özal gibi liderlerinkinden farklı. O, Parti-Devlet bütünleşmesinin çoktan
tamamlandığı Türkiye’de bu ikiliye bir de üçüncü unsuru, resmen eklemeye
çalışıyor: Lider.
Şüphesiz
ki 3 haftadır milyonların sokağa dökülmesi Başkanlık sistemini ve AKP
anayasasını doğmadan öldürmüştür. Lakin toplumsal muhalefet, sanki polis (ve
gerektiğinde jandarma) tarafından ezilmesi durumunda bunlar dirilecekmişçesine
bir süre daha saldırıya uğramaya devam edecek.
Erdoğan
tamamen kendi tercihleri sonucu baş aşağı gitmeye başladı ve nasıl bir şey
olacağını şu anda kestiremediğimiz bir duvara toslayana kadar ülkeyi ateşler
içinde bırakmaya devam edecek. Muktedirliği sürecek, hatta güçlenecek. Ama uzak
olmayan bir gelecekte büyük bir hüsrana uğrayacak. Mesele, o hüsran eşiğine
varmadan ülkeyi bütünüyle kundaklamayı başarıp başaramayacağı. Yani bir iç
savaşın çıkıp çıkmayacağı.
Polis
kendi yurttaşına, ödediği vergilerle maaşını almasını sağlayan yurttaşına
kelimenin tam anlamıyla düşmanca saldırıyor. TOMA’lardan sıkılan suya alerjik
reaksiyon yaratıcı kimyasal koymak yahut yaralılara yardım eden gönüllü
doktorların ellerini arkadan plastik kelepçeyle bağlamak nasıl bir şeydir.
Bir
yandan da memleketin anlı şanlı haber kanalları değişen derecelerde iktidarın
önünde secde etmiş, dışarısı yıkılırken ekranlara Fatma Şahin, Bekir Bozdağ,
Yiğit Bulut gibi isimler çıkartıp non-stop devlet propagandası yapıyor (pazar
günü öğleden sonra itibariyle bir kesit). Bu kanalların Saddam dönemindeki Irak
televizyonu ile aralarındaki fark git gide azalıyor.
11
yıllık AKP iktidarının 10 yılında biri Erdoğan’ı diktatörlükle suçlasa herhalde
pek az kişiden samimi bir onay alırdı. Gelgelelim 2007’den itibaren istikrarlı
biçimde otoriterleşen bir rejimle karşı karşıyayız. İleri ve geri gidişler
olmuyor. Yalnızca otoriterleşmenin hızı değişiyor. Ama o mengene sürekli
sıkıştırılıyor.
Bir
ülkede seçimler yapılması, bir takım muhalefet partilerinin varlığı, o ülkenin
bir diktatör tarafından yönetilmediği anlamına gelmeyebilir. Mısır’da 2005
yılındaki seçimlerde Müslüman Kardeşler milletvekilliklerinin yüzde 20’sini
kazandı. Ama o zaman da, ondan önce de, ondan sonra da Mübarek’in diktatör
olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktu.
Erdoğan,
kendi bekası için Türkiye’nin milliyetçi-muhafazakâr çoğunluğunu kendi askeri
haline getirmek istiyor. Dileğim, AKP seçmenlerinin kendilerini sürü gibi,
asker gibi gören bu liderin arkasından gitmemesidir.
Türkiye’nin
“Yugoslavyalaşması” için Erdoğan’ın MHP tabanına da ihtiyacı var. Ankara
mitinginde MHP bayrağı açılması bu yöndeki arzunun veciz bir simgesiydi. MHP
yöneticileri haklı olarak buna tepki gösterdi. Bilemiyorum, belki 3 haftadır
tuttukları kokmaz bulaşmaz tavrı bu vesileyle gözden geçirirler.
Hayat
her zaman değil ama bazen taraf olmayanı bertaraf ediyor, MHP yönetimi üç
haftadır ortada top çevirirken cepheleştirici Erdoğan ülkücülere göz dikmiş
durumda ve belki kısmen de olsa başarılı olacak. Beklentisi makul görülebilir;
3 yıl önceki referandum MHP tabanının AKP’ye kaymaya ne kadar meyilli olduğunu
ortaya koymuştu.
Türkiye’nin
olası bir iç savaşa giden uzun, ince ve sancılı yolda tehlikeli bir mesafe kat
edip etmeyeceğini belirleyecek 3 faktör var: Erdoğan’a kendi partisi içinden
bir isyan bayrağı açılıp açılmayacağı, Cemaat’in tutumu ve ABD faktörü.
Aslında
bu 3 faktör birbiriyle de sıkı sıkıya bağlı. Taraf gibi birkaç gazetenin
önümüzdeki günlerde yapacağı yayını izlemek bir fikir verebilir. Bir takım
bilgi, belge ve ses-görüntü kayıtlarının havada uçuştuğu günler yaşayabiliriz.
ABD
cephesine bakıldığında ise, Suriye’de rejim güçlerinin muhaliflere üstünlük
sağlamasının ve Hizbullah’ın iç savaşa dahlinin, Washington yönetimini Ankara yönetimine
yakınlaştıracağını öngörmek mümkün. Ancak bu gene de ABD’nin bir noktada
Erdoğan’ı iç siyasette frene bastırtmayacağı manasına gelmez.
Aslında
bu çözümleme ve projeksiyon çabalarının hiçbir önemi yok. Çünkü örgütlü, en
azından ortak hareket eden bir halktan
büyük güç yok. Diğer her şey talidir. Erdoğan ve adamları da bu yüzden 31
Mayıs’tan beri korku içindeler ve her türlü faulü yapıyorlar.
Sebat
etmeli.
Yazilmayani hesap ettigin, hesap edilmeyeni yazdigin icin tesekkur ederim arkadasim.
YanıtlaSil