Burak
Cop
24 Nisan 2012
Hrant
Dink 1915’in ölenler üzerinden değil, kalanlar üzerinden konuşulmasını
isterdi. Türklerle Ermenileri birbirine bağlayan ve günün birinde halklar
arasında kalıcı kardeşlik ilişkisinin tesis edilmesinde belki de en önemli rolü
oynayacak olanlar, kalanlardı.
Kalanlar
da esasen iki ana kategoriye mensuptu. Soykırımda hayatta kalanların torunları,
ki bu insanlar ya Türkiye’de, ya Diaspora’da, ya da Ermenistan’daydı. Ve
Müslümanlaşarak yahut Müslümanlaştırılarak hayatta kalanlar ile onların
çocukları, torunları…
Siz
bakmayın cahil cesaretiyle Ermeni soykırımını bir “İslamsızlaştırma hamlesi”nin
ilk aşaması olarak tanımlama komikliğinde bulunan köşe yazarına. Tehcire tabi
tutulan Ermenileri kıyımdan korumak için çaba gösteren dönemin Kütahya Valisi
Faik Ali Bey’in İstanbul’a çağrılmasını fırsat bilen şehrin polis müdürü, Vali
dönene kadar Ermenilerin topluca din değiştirmesi ve sünnet olmaları için
harekete geçer (neyse ki Vali’nin zamanında dönmesi üzerine başarısız olur).
Tarihçi E.J.Zürcher ise bir makalesinde Sina cephesindeki Ermeni askerlerin topluca
Müslümanlığa geçip sünnet olduklarını ve bunun törenlerle kutlandığını yazar.
Osmanlı Ermenilerinin yüzde 5 ila 10’unun din değiştirerek tehcirden kurtulduğu
tahmin edilmektedir.
4000
yıl öncesine dayanan varlıklarıyla Anadolu’nun kadim halkı olan Ermenilerin bu
coğrafyadan silinişi tek bir seneye sıkışmaz ne yazık ki. Suriye’ye tehcir
edilenlerin bir kısmı Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra geri döner, Lozan
görüşmeleri tutanaklarına göre 170 bini Anadolu’da, 130 bini de İstanbul’da
olmak üzere 300 bin Ermeni yeni kurulan cumhuriyete intikal etmiştir (bkz.
H.Dink, İki yakın halk iki uzak komşu,
s. 25). Bu sayıyı o zamanki Türkiye nüfusuna oranladığımızda, şayet aynı oran
bugün de geçerli olsaydı, şu anda Türkiye’de 2 milyon Ermeni’nin yaşaması gerekirdi.
Ama 50 bin ya varlar ya yoklar. Nerede peki bu insanlar?
Bu
önemli bir soru ve cevabı da malum. Ancak uzun bir cevap, ve bu yazının konusu
değil, biz gene “kalanlar”a dönelim. Ermeni soykırımıyla ilgili tartışmalarda
1915-16’da kaç kişinin öldüğü meselesi öteden beri hararetle tartışılıyor ancak
kalanlar meselesi de, hele ki Müslümanlaşarak kalanlar (Dink’in deyimiyle
“yaşayan kayıplar”) söz konusu olduğunda, belki “kaç kişi öldü?” tartışmasından
bile daha çetin bir mesele, bir tabu.
Hrant
Dink’i ölüme götüren olaylar dizisinin fitilinin Şubat 2004’te nasıl
ateşlendiğini artık herkes biliyor. Sabiha Gökçen’in aslında tehcir sırasında
ailesinin büyük kısmı katledilen Hatun Sebilciyan adında bir Ermeni kızı olduğu
ve 6 yaşındayken Mustafa Kemal tarafından yetimhaneden evlat edinildiği
iddiası, Gökçen’in öz yeğeni olduğunu söyleyen Ermenistanlı bir kadının
–doğrudur yanlıştır– bir takım belgeler eşliğinde Agos’a gelmesi sonucu gündeme
geldi. Agos’un yaptığı haberi 2 hafta sonra Hürriyet iktibas etti ve yer
yerinden oynadı, hayat Hrant’a zindan oldu. Hikâyenin acı sonunu
biliyorsunuz.
İşin
ilginci, kalanlara Ermeni dünyası da ölenlere gösterdiği ilgiden çok daha azını
gösteriyor. Dink, Erivan’da konuştuğu bir tarihçinin şu sözleri karşısında
adeta çarpılır: “Kalanlar üzerine (…) bir araştırma yapmayı da gereksiz
buluyoruz. Sonuçta bizim 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğüne ilişkin resmi bir
tezimiz var. Bu tezi sıkıntıya düşürecek gereksiz bilgilere ihtiyacımız yok”
(Dink, s. 62).
Kılıç artıklarının peşinde…
Anadolu’da
kılıç artığı misali yahut şans eseri hayatta kalan Ermenilerin çocuklarını,
torunlarını; dillerini ve kültürlerini kaybetmesinler diye bulup İstanbul’a
getirmeyi iş edinen (özellikle 70’li yıllarda) bir grup insanın arasında genç
Hrant da vardır. Hrant’ın yanı sıra, onun gibi örgütlü sol siyasetin içinde ve
Hrant’la aynı örgütte mücadele veren Armenak Bakırcıyan, Armenak gibi
Diyarbakırlı olan papaz Der Grigos ve Hrant Küçükgüzelyan da bu bir avuç
insanın arasındadır. Küçükgüzelyan, başında olduğu Ermeni yetimhanesinde kalan
çocuklar için Tuzla’da bir yaz kampı açar, 12 Eylül döneminde 8,5 ay cezaevinde
kalıp türlü işkenceler ve eziyetler görür, serbest kaldığında da kampı Dink’e teslim
edip Türkiye’den göç eder. Devlet kampa 1984’te el koyar (bkz. Nedim Şener, Kırmızı Cuma, s. 19-22).
70’lerin
siyasal ortamında, illegal bir Marksist-Leninist örgütün (TKP/ML) saflarında
mücadele veren iki yakın arkadaş Hrant ve Armenak, siyasal faaliyetlerinden
ötürü Ermeni toplumu zarar görmesin diye mahkemeye başvurarak isimlerini Fırat
ve Orhan diye değiştirirler. Armenak Bakırcıyan artık Orhan Bakır’dır. Hrant
kısa süre içinde örgütlülüğün uzağına düşerken Armenak TKP/ML’nin Merkez
Komitesi’ne kadar yükselir, bir ara cezaevine düşse de örgüt tarafından
kaçırılır (ve bu esnada çıkan çatışmada ne yazık ki bir asker hayatını
kaybeder) ve her yerde fellik fellik arandığı için özgürlüğü Dersim dağlarında
bulur.
Orhan
Bakır’ın mücadele tarzını, daha doğrusu o yılların devrimci mücadele tarzını bugünden
eleştirmek elbette kolaydır. Ancak Türkiye’nin Kontrgerilla ve CIA destekli bir
faşist terör dalgası altında olduğu, iç savaş koşullarının hâkim olduğu
yıllardır bunlar. 12 Mart’a giden yolda ilk öldürülenlerin devrimci gençler
olmasına benzer bir şekilde, 1974 genel affından sonra da ilk öldürülenler hep
soldan olmuştur (Kasım 1975’e kadar). 1978’e gelindiğinde Türkiye fiilen adı konulmamış
bir iç savaş yaşamaktadır.
Kesişen yaşamlar
Orhan
Bakır, Mayıs 1980’de Elazığ Karakoçan’da polis tarafından pusuya düşürülür ve
çatışarak ölür. Onu öldüren iki polisten biri kısa süre sonra örgütün
cezalandırma amaçlı silahlı saldırısına uğrayacak ve ağır yaralanacaktır. Orhan
Bakır’ın öyküsü aslında Anadolu’da dağınık biçimde varlıklarını sürdüren, kılıç
artığı Ermenilerin öyküsünün en sarih anlatımını ihtiva eder. Her şeyden önce
kendisi de Diyarbakırlı, sekiz çocuklu yoksul bir ailenin mensubudur ve kısa
süren yaşamı, özellikle Dersim yöresindeki Ermenilerin yaşamıyla çok dramatik
bir şekilde kesişir.
2005
başında Murat Kahraman’ın Çığlık romanı
piyasaya çıkar. Bu bir Dersim romanıdır. Kendine has, insanıyla doğasıyla güzel
bir coğrafyadır Dersim. Dersimliler yörenin kadim halklarından olan ve nüfusun
dörtte birini oluşturan Ermeniler’i 1915’te devlete teslim etmemiş, dahası
başka yerlerden kendilerine sığınan on binlerce insanı da açıkhava mezbahasına
dönmüş olan Anadolu’da o sırada Ermeniler için güvenli bölge olan Rus işgal
bölgesine nakletmişlerdir (bkz. Hüseyin Aygün, 0.0.1938, s. 93-96).
Kahraman’ın
romanında Orhan Bakır’la, yaşamını Elazığ Ağın’da görünürde imam olarak
sürdüren, ama aslında gizli (ve dindar) bir Ermeni olan ihtiyar adamın
diyalogları da yer alıyor (s. 149-162 ve 171-179). Kılıç artığı ihtiyar, evine
her geldiğinde Orhan’ı (Armenak’ı) gözyaşları içinde bağrına basmakta, onu bir
çocuğu sever gibi sevmekte, ona en güzel yemekleri yapıp şevkle hizmet etmekte,
bazen de yaralarını tedavi etmektedir. Orhan’ın öldürüldüğünü öğrenince de on
yıllar boyu sürdürdüğü sahte yaşamını eviyle birlikte ateşe verir, çember sakalını
keser, papaz kıyafetini giyip Orhan’ın öldürüldüğü yere doğru yola çıkar.
Gecenin karanlığında oraya ulaşır, jandarmanın “teslim ol” çağrısına “Tam
yetmiş yıldır, her gün teslim oluyorum, yetmedi mi?” diye haykırarak yanıt
verir. Açılan ateşle hayatını kaybeder.
“Yavrum, biz de Ermeniyiz”
Bu
roman karelerinin aslında fevkalade gerçekçi olduğunu Mayıs 2005’te Agos’a
gönderilen bir okur mektubundan öğreniyoruz. Kitabı okuyan Dersimli Azad Demir,
gizli Ermeni olduğunu öğrenme öyküsünü anlatır. Azad henüz çocukken Orhan
Bakır’ın liderliğinde bir grup Partizan köylerindeki evlerine gelir. Azad’ın
yaşlı ve hasta babası bir anda canlanmış, gruba hizmet etmekte, yemekler
pişirmektedir. Babası ile Orhan Bakır’ın başbaşa kaldıkları bir anda, babasının
Orhan’ı kucağına yatırıp gözyaşları içinde başını okşamasını ise hayretle
görür. Babası, Azad’ın anlamadığı bir dilde türkü mırıldanmaktadır. Olan
bitenden hiçbir şey anlamamıştır. Gerçeği ise Orhan’ın ölüm haberi gelince
babasının ağzından öğrenir: “Yavrum, biz de Ermeniyiz. Git kardeşini son
yolculuğuna uğurla ve dön”. Babası 4 gün sonra ölür.
Orhan
Bakır, binlerce Dersimlinin katıldığı görkemli bir törenle toprağa verilir.
Yoldaşları polisin apar topar gömdüğü cenazeyi topraktan çıkartıp, Orhan’ın
vasiyet ettiği yere götürmüştür.
Ben
Büyük Felaket’in 97. yıldönümünde Orhan Bakır’ı anmak istedim. Bir gün yaşam
öyküsünün bir filme konu olması, dileğimdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder